DELİĞİNDEN TAVŞAN İÇERİ


SINIRLAR ÜZERİNE VEYA TAVŞAN DELİĞİNDEN İÇERİ



Mustafa Yılmaz


"bakışım yere iner / iner ve yerdendir başlarım dünyaya"
(Elle Tutulur Ürperti, A.Kalemler sayı 1)



   İnsanın dünya karşısındaki acziyeti de, eşya üzerindeki keyfiyeti de sınırlamalardan başlıyor. En başta "ben" dediği zamana gidebiliriz bir ilk örnek için. Ben dediğin anda diğeri, öteki de oluşmuş oluyor. Ve elbet, ben diyen ve diğer her şey arasında mutlak duvar gözle görülür oluyor. Ve elbet, bir hâkimiyet alanı tesis etmekle varlığını zorunlu kıldığımız bir tarafsız bölge, akçemizin geçmediği bir alan ortaya çıkıyor.

   Sahiplenilen her karış toprak -ister dünya üzerinde olsun, ister düşünce âleminde- bir sorumluluk külçesi yüklüyor sırta. Ve sahip olunmayan topraklara karşı yumruklar ellerimize, koca bir gizli korku beynimize... "Çevirdiğimiz çayırlar kadar özgür değiliz" diyebilirdi bir şair ama kimse dememiş böyle bir söz. Ama öyle. Kurşunu sıktığımız, kurşunu sıkabildiğimiz kadar özgür değiliz. Kurşunsuz göklerin altında olabildiğimiz kadar, göklerin altındalığımız kadar özgürüz. Bunu da söylememişler henüz. Öyle.

   Sınırlar çekmek her zaman kazanmak güdümüyle olmaz elbet. Bir fikri yontar insan ve sonra ona mutlak biçimini verir. Ona biçim verir ve -yeterince parlıyorsa- farkında olmadan kendinden bir parçayı da bu güzelliğe diyet verir. İlk ateşten bir cüz mesela. Fikre sahibizdir ve bir parçamızı ipotek etmek çok da göze batmaz.

   Sevmek, severek aidiyetler yaratmak daha tehlikelidir hatta. Çünkü teminat olarak alınan parçamız asla geri verilmez. İşe yaramıyorsa da atılır, görünmez bir sokak köşesinde ifsada uğrar. Hem, kendinden -aynı zamanda kendiliğinden- yaptığı bu fedakârlığa rağmen diğer örneklerin aksine sahipliği ve sahip olmayı doyasıya hissedemez insan. Çünkü oyun oldukça farklı oynanır burada. Sınırlar geçilmeden görülmez. Geçilince de çok geçtir, barut kokusu kaplar ortalığı.

   Bir yerden sonra da kendi iç bahçesine döner insan. Biraz soluklanmak ister sıkışık düzen parsellerde koşturmaktan yorulunca, bıkınca. Burada, bakan eloğlu gözlerin olmadığı bu emin çayırlarda, biraz kendini bulur. Ve bahçe sihirlidir biraz; koştukça genişler. Hiç bitmeyecek, hiçbir yere dayanıp komşuluk etmeyecek gibidir. Ama bu bilgi teyide muhtaç çünkü oradaki günlerini herkes kendine saklar.

   İster elle tutulur dünyevi aidiyetler, ister düşünce dünyasında inşa edilen kesin sınırlı bölgeler, ister kişisel konfor alanları, ister sevgiyle inşa edilen gelecek hayalleri... Her sınır, kaçınılmaz olarak sınır güvenliği tehdidiyle karşı karşıya kalır. Ve çaresizliktir ki iki elmayı birbirinden ayırmakla başlıyor hikâye, sonra malum, hep böyle devam ediyor. Her şeyin ötesinde, zaten insan göğe açsa da kendini veya rüyalarda gezinse, sınırları belirli bir hücre parçası.

   Bütün topraklarda tımarlı atlara binilebilir, hatta biraz şanslıysak ve kanıtlar kovalanmayan bir zamanda yaşamışsak ejderhalara. Dörtnala veya kendinden emin yavaş kanat vuruşlarla sınır taşları arasında gezilebilir. Özgürlük müdür bu, işin içinde koşumu tam, kısık ateş bir ejderha olsa bile? İki tarla arası ahlatı görünce gemini çektiğin at neye yarar? Tüm bu oyunun genişçe bir atlıkarıncadan farkı yok.

   Sanki cümlelerle adım adım oraya gidiyormuşuz gibi görünse de bir suçlama gelmeyecek. Bu oyunda suçlu yok. Sınırlar için kimseyi sopalayacak halimiz yok (ejderhalar da sıkıntı yaratabilir). Volkswagen minibüslerde duman altı olacak veya bir yerleri kundaklayacak halimiz de yok. Bu, belki daha beter hale getiriyor problemleri. Basitçe varılabilecek bir yanıt yok. Hesap sorulacak muhatap yok. Hatta belki problem bile yok.

   Tüm bu şov görünmeyen bir canavarla savaşmak gibi. Daha doğrusu, ortada canavar yok ama o heyuladan yumruk yiyeceği o hiç gelmeyecek anın korkusuyla tüm zamanlarını zehir ediyor insan. İnsan, kendi cümleleriyle ördüğü/örmekte olduğu dünyada rastgele harflerin birleşimiyle ortaya çıkan kâbuslarla boğuşarak ömür tüketiyor. Bu yazı da tastamam öyle.