AYAKKABI


AYAKKABI



Fatma DAĞLI



   Dolabı açtı. Ahşap bölmelerden yayılan işlenmiş deri ve boya kokusunu zevkle çekti ciğerlerine. Birkaç adım gerileyerek ayakkabı dolu raflara şöyle bir göz attı. Kaşlarının ortasındaki çizgi derinleştikçe derinleşti. Aradığını bulunca yüz kasları gevşedi. Gözlerinde beliren ışıkla merdiveni telaşla tırmanırken bir ara dengesini kaybeder gibi oldu. En üstteki bölmede duran kahverengi ayakkabıları özenle aldı. Yüzüne aydınlık bir gülümseme yerleşti. Değerli bir taşı seyreder gibi uzun uzun baktı onlara. İçinde filizlenen umut kanatlanıp ayakkabıların üstüne kondu. Dokunmak için ona; elini uzattı ürkütmekten korkarcasına. Sonra her zamanki gibi gülüşünü solduran o ağırlık dudaklarına demir attı birden.

   “Hayır, gitme!” demeye kalmadan peri suretine bürünen umut bağcıklardan kayarak saya boğazında beliren o meçhul gemiye bindi. Gözlerindeki parıltı ayakkabıların kör kuyuları andıran karanlığına yelken açan umudun peşinde kayboldu gitti.

***

   İşte yine oradaydı…
 İncecik bedeniyle bir masal perisini andıran kız ayağa kalkarak kendisini tanıtmaya başladı.
   “Ben Ilgın...”
   Adı Ilgın’dı demek… Gerisini duymadı. Sesi ılık ılık esen sevda yeli gibi ruhunu kundaklıyor, belli belirsiz kıpırdanan dudaklarından dökülen sözcükler narin narin kalbine konuyordu. Gencecik yüreğinde hiç bilmediği sıkışmalar, sonra kısa ferahlamalar oluyor, nefesi kâh kesiliyor kâh derinleşiyordu. Yüzünde gizleyemediği bir tebessüm…

   Kızın gözlerine baktığında bir ormanın derinliklerinde kaybolur gibi oldu. Büyülenmiş gibiydi. Zaman mefhumuna ne olmuştu böyle? Mekân; hiç bilmediği bir mekân… Orada, o sihirli gözlerde titreşen yeşil dünyada yaşadıkları bir ömre bedeldi. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık süreye bunca hayali nasıl sığdırabildiğine inanamıyordu.

   Bakışlarını yere indirdiğinde kızın siyah rugan ayakkabılarından yansıyan ışık gözlerini kamaştırdı. Sonra gayri ihtiyari kendi ayakkabılarına kaydı bakışları. Lastik ayakkabılarına… Biri öbür tekinden farklı olan ayakkabılarına… Ayakkabısının altı delinince annesi evdeki eskimiş diğer ayakkabıları gözden geçirmiş ve en uygun olanın ucuna ayağından çıkmaması için kendi yastığından çıkardığı bir miktar pamuğu tıkamıştı. Topraklı köy yollarından kasabaya yürürken toz olan çorapsız ayaklarında terin etkisiyle çamurlu izler oluşmuştu. Ne kadar da bakımsız görünüyorlardı. Şimdiye kadar ne giydiklerinden ne de görünüşünden hiç gocunmayan bu delikanlıya ne olmuştu böyle? Nasıl yapsa da saklasaydı ayaklarını? Önce sağ ayağını solunun altına gizlemeye çalıştı. Olmadı. Sonra sol ayağını sağının altına. Ne yapsa bir diğeri açıkta kalıyordu. Sonunda iki ayağını birleştirip oturduğu sıranın altına çekebileceği kadar çekti.

   Göz ucuyla yanında oturan yeni sıra arkadaşını izliyordu. Ne kadar zarif, ne kadar erişilmez görünüyordu.
   
   “Allah verse de öğretmen tahtaya kaldırmasa beni” diye geçirdi içinden. Başını öne eğdi. Kurduğu hayallerin tuzla buz olmasından, sihrin bozulmasından ölesiye korkuyordu.
   “Arif!”
   “Yok, olamaz!”
   Korktuğu başına gelmişti. Duymazlıktan geldi önce. Defterine keskin köşeleri olan anlamsız çizgiler çiziyor, sonra bu çizgileri yuvarlakların içine hapsediyordu. Öğretmeniyle göz teması kurmamak için elinden geleni yapıyordu. Başını öne eğdi iyice. Derken adını işitti yeniden. Kan beynine hücum ediyordu sanki. Alnında tomurcuklanan her ter damlası “Lütfen beni anla hocam!” dercesine peş peşe süzülüyordu şakaklarından. Ve bir kez daha:

   “Arif, oğlum!”
   Mahcup bir edayla kalktı yerinden. Ağır adımlarla yürüdü. Kürsünün yanında durdu. Çorapsız ayakları, biri diğerinden iki numara büyük ayakkabılarıyla kendini ilk defa çırılçıplak hissediyordu. Derin hülyalardan yüzüne tokat gibi çarpan gerçeklerle uyanmak “hayat ne kadar da beton yürekliymiş” dedirtebiliyordu insana.

   İçinde bulunduğu durumdan kurtulmak için beklediği mucize öğretmeninin okuması için ona uzattığı kitabın sayfaları arasında gelmişti. “Benim Olası…”

   Başını kaldırdı. O an gözlerini hangi cesaretle Ilgın’ın gözbebeklerine mühürleyebildiğine kendisi bile inanamadı. Daha önce hiç okumadığı dizeler dudaklarından sanki kendi yazmışçasına ahenkle dökülüyor, sesler mahur makamına bürünüp yeşil gözlerden gönle sızmaya çalışıyordu. Şiir bittiğinde sınıfın ne kadar sessiz olduğunu fark eden Arif tepeden tırnağa kıpkırmızı kesildi. Başını öne eğerek, titrek bacaklarına inat hızlı adımlarla en arkadaki boş sıraya geçerek oturdu. Saat on ikiyi çoktan vurmuş, sihir bozulmuştu. Bir daha Ilgın’ın gözlerine bakmadı.

***

   Yıllar sonra bugün lise arkadaşlarıyla buluşacak olmanın verdiği heyecanla hızlıca giyinmişti. Parmaklarını kırlaşan saçlarının arasında gezdirerek son hazırlıklarını tamamladı. Çıkmadan ayakkabılarına baktı. Umutla umutsuzluk arasında bir yerlerdeydi. Acaba “O” da gelir miydi? Kim bilir…

***

   İşte oradaydı. Yüzüne bakamadı ama biliyordu.
   “Oydu.”
   Elleri, elleri hiç değişmemişti. Şairin dediği gibi:
   “Küçümencik, kardan beyaz ve mübarek öpülesi…”