BEDELLİ YOLCULUK DÖKÜMÜ


BEDELLİ YOLCULUK DÖKÜMÜ



Şeyma TEMİZSOY




   Uzun otobüs yolculukları yapardım. Sokağımızdan çıkışımla başlayıp şehrin bütün semtlerini turlamama rağmen bir türlü bitiremediğim yolculuklardı bunlar. Tünelleri, metroları, havaalanlarını geride bırakarak şehrin 8-5 çalışan, suratsız, yorgun, antidepresan almadan uyamayan binlerce silik yaşamına müdahil olurdum. Hele de iş çıkış saatlerine denk geldim mi ellerimi ve kollarımı başkaca insanların uzuvlarıyla karıştırmamak için göğsüme yapıştırdığımı, bir nefes kadar var yok bir boşlukta, havadaki yağlı nem küresinden nasibimi almamak için dudaklarımın arasından nefes almaya çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Aslına bakılırsa şehre adımımı attığım ilk günden bu yana kalabalıktan fazlaca şikâyetlenmedim. Benim derdim, otobüslerin balık istifliğine maruz kaldığımız kokular yahut tenimin yabancı bir tene değdiğinde geri çekilmek için verdiği o yorgun mücadele değildi. Şehrin bu zorlu akışını, ruhumda zamanla filizlendirdiği 'yaşamak direnci'nin hürmetine seviyordum bile... Zihnimin dehlizlerinde dönüp duran, her dönüşünde de yeniden irkilmeme sebep olan esas mesele, insanların kollarına, gövdelerine, soluklarına çarpmak değil hikâyelerine çarpmaktı. Evet, bir insanın hikâyesiyle tanışık olmazdınız bu otobüslerde yahut hikâyelerle tanıştırılmazdınız… Düpedüz çarpılırdı yüzünüze... Çarpılınca da kaçacak yer bulamaz, önünüzde cereyan edip duran her ne varsa kendi hayat hikâyenizin ulu ortasına teyellemek zorunda kalırdınız. Seçimli olsun isterdim başlarda, kendi hikâyeme katılacak her detayı kendim seçebileyim... Buun yüzünden öğrenciliğimin ilk yıllarında o ihtiyatsız telefon görüşmelerini, seyir halindeki otobüsümüze birlikte binmiş genç çiftlerin bitmek tükenmek bilmez alışveriş telaşelerini, borçlarıyla başı dertte ev babalarının eseflerini, emekli bey amcaların asla eskimeyen askerlik maceralarını duymamak, tüm bunları görmezden gelmek için kapıdan adımımı atar atmaz kulaklığımı takar, playlistin ruh halime göre olan bir köşesinde kendi içime doğru yolculuklara çıkardım.

   Fakat zamanla insanı anlamak derdi düştü içi-me. Annemin yokluğunda muhtaç olduğum şefkati, dostlarımın kayıtsızlığında kaybolan vefa mefhumunu aramaya başladım o yüzlerde. Kendi içimdeki asıl yolculuğa, tesadüfen karşılaştığımı sandığım kaderin bu ufak tefek oyunlarına kulak vererek çıkmaya başladım. Tüm bu hengâmenin aslında tesadüf eseri olmadığını ve sanki birlikte yolculuk yaptığım herkes bana bir şeyleri anımsatmak için doğmuş da ben buna çok sonraları akıl sır erdirmişim gibi dikkat kesilerek dinledim o hikâyeleri. Kırıldığım pek çok an oldu, önümde dikilen insanların meraklı bakışlarına rağmen ağladığım, yahut akşam sonrası seferlerinde günün bütün yorgunluğunu ufaklıkların neşesiyle gidermeye çalıştığım.. Başlarda külfetim olan yolculuk benim için dünyanın sürüp giden bu ihtiyatsız karmaşasında, onu anlamlandırmak adına verdiğim sahici bir çabaya dönüşmüştü. İnsana tahammül etmeyi öğrendim. İnsanın tahammül malzemesi olmasına her yeni gün biraz daha şaşırarak hayata dair, satırların arasından bir türlü çıkıp gelmeyen, yaralarımızı bir türlü muhatap almayan o merhemlerin güncelin en yavan boşlukları arasından bize gülümsediğine şahitlik ettim. daha da sayıp dökmekle bitiremeyeceğim bir takım yaşanmışlık manzumeleri cebimde.. Öyle ki şimdi zamanın akışında canımı acıtacak, vaktimi gasp edecek, mecburiyetlerimi bir süre aksatıp beni derinlere en derinlere götürecek bir zorlukla karşılaştığım an kendime dünyanın en haklı tesellisini veriyorum

“Bedelini ödemediğin hikâyenin kazancını umamazsın !''