KIZIL KARANLIK

KIZIL KARANLIK


Fatma DAĞLI


Etraf gözlerimi kamaştıran bembeyaz bir yorganla kaplıydı. Tipileyen karın havada oluşturduğu gelişigüzel savrulmalar önümü görmeyi iyice zorlaştırıyor, irili ufaklı tepecikler kollarını açmış duran hayaletleri andırıyordu. Dizlerime kadar birikmiş karda bata çıka yürürken, bir görünüp bir kaybolan siyah botlarımla, ayaklarımın altında gıcırdayan beyaz zeminin oluşturduğu tezat, ruhumdaki karmaşaya eşlik ediyordu sanki. Saat tam altıda buluşma noktasında olmamızı istemişti Yogi Hoca. Bir yanımda annem, bir yanımda babam ve omzumdan koluma yayılan dayanılmaz ağrıyla Zirve oteline doğru yol almaktaydık.

Omuzlarımda ağrı, ellerimde şişme ve uyuşma şikâyetleriyle beyin cerrahisi polikliniğine gideli neredeyse yedi yıl olmuştu. Doktor MR sonuçlarına şöyle bir göz atmış, kendisi için belli ki oldukça sıradan ama benim için dehşet verici, bilgiç bir tavırla: “

Ameliyat gerekli efendim. C3-4 ve C5-6 omurları arasında ciddi düzeyde boyun fıtığınız var. Yarın gelin yatış işlemlerinizi yapalım” demişti.

Elimde analiz raporları, başım önüme eğik, şaşkın bir tavırla kaçarcasına çıkmıştım o kasvetli odadan. Ne ertesi ne de başka bir gün bir daha o polikliniğe uğramadım.

****

Annem de yıllarca aynı hastalıktan mustarip olmuştu. Çocukluğum ve gençliğim, gündelik yaşantısına boyun kaskı içinde devam etmeye çalışan annem için üzülmekle geçmişti. “Artık bu şekilde yaşamaktan bıktım diyene kadar ameliyat olma” demişti annemi muayene eden uzman. O da boynundaki prangayla, sabırla, esareti andıran yıllar geçirmişti. Ta ki olağanüstü diyebileceğim bir kış gününe kadar…

Annemin gördüğü bir rüyanın gerçekle tevafuk etmesi; mucize sayılabilecek bir olaya imza atmıştı. Rüyasında; karlı bir dağda, ellerini göğüs hizasında kaldırmış, avuçlarının içi karşıya dönük, peş peşe sıralanmış onlarca hastayla beraber beyazlar giyinmiş siluetlere doğru yürürken görmüş kendisini. Sıra ona geldiğinde:

“Siz kimsiniz? Doktor musunuz yoksa hoca mı?” diye sormuş. İçlerinden birisi:

"Biz ne doktoruz ne de hoca. Sadece âlim olan kişileriz” şeklinde cevap vererek, annemin sağ ve sol omuzlarına doğru bilmediği dilden duaya benzer bir şeyler okumuş ve yüzükoyun yere karların üzerine uzanmasını istemiş. Yerde de masaja benzer hareketler yaparak anneme “Geçmiş olsun. Artık kalkabilirsin” dediklerinde birden uyanmış. Gördüklerinin şaşkınlığı içerisinde babamı uyandırıp rüyasını anlatmış. Babam mahmur gözlerle:

“Dağda doktor da olmaz ama hayırdır inşallah hatun.” diye cevap vermiş ve ardından uyumaya devam etmişler.

Rüyanın üzerinden üç hafta geçtikten sonra, yarıyıl tatilinde kayak yapmak için gittiğimiz Karlıdağ Dinlenme Tesisleri’nin lobisinde otururken Kuveytli bir grubun içinde, annemin ifadesiyle garip görünümlü, bana göre heybetli duruşu olan bir adamla karşılaştık. Esmer tenli, top sakallı, derin ve delici bakışları olan, oturduğu yerde herkesten daha dik duran, orta yaşlı olduğunu tahmin ettiğimiz -ancak sonradan yetmiş üç yaşında olduğunu öğrendiğimiz- bir adamdı bu. Bakışları annemin üzerindeydi ama bir taraftan da boşluğa bakıyor gibiydi. Yanımızda akrabalarımızdan kayak öğretmenliği yapan bir genç vardı. Bize karşımızda oturan bu sıra dışı adamın dünyaca ünlü bir Yogi olduğunu ve tüm kemiklerini söküp yeniden takabildiğini anlattı. Annem şakayla:

“Amaaan! Benim kemiklerimi de söküp yeniden takabilir mi acaba? Şu boynumdakinden bir kurtulsaydım ” dedi. Bunun üzerine: “

Tamam, Kadriye teyze” dedi akrabamız. “Yogi Hoca, Doğan abimin arkadaşı olur. Bir sorduralım” diyerek ayağa kalktı. Tabii ki Yogi Hoca’nın o zamana kadar, ünlü simalar da dâhil, eklem ve kas hastalığı olan birçok kişiyi tedavi ettiğinden henüz haberimiz yoktu. Bu sadece öylesine sorulmuş bir soruydu. Biraz sonra annemle ilgileneceğini öğrendiğimizde kulaklarımıza inanamadık. Tesisin boş bir odasında muayeneye başladığında tıpkı annemin rüyasında gördüğü gibi sağ ve sol omuzlarına doğru ayetler okumuş. Sonra ellerini kullanarak boyun omurlarını kontrol etmiş. Ardından boyun kaskının kaslarını eritmiş olduğunu, şimdi gideceğini ancak bir hafta sonra tekrar geleceğini ve annemi tedaviye alacağını söyleyerek oradan ayrılmış. Tekrar geleceğine pek ihtimal vermiyorduk ama tam bir hafta sonra Yogi Hoca gelmişti ve annemi getirmemiz için haber yollamıştı.

“Bir otel odasında nasıl tedavi yapılır? Hiç tanımadığımız bir adama nasıl güvenebiliriz?” gibi sorular zihnimizde dolanıp dururken annem tam bir teslimiyetle hazırlıklarını yapmaya başlamıştı bile…

Nihayet otelin lobisindeydik. Yogi Hoca o ihtişamlı duruşuyla bizi bekliyordu. Kendi odasının yanındaki odayı bize ayırtmıştı. Saat altıda tedaviye başlayacaktı. Otel görevlisinden fazladan birkaç battaniye ve havlu getirtmemizi istemişti. Kurulmuş robotlar gibi ne istiyorsa hiç sorgulamadan yapıyorduk. Hazırlıklarımızı bitirdikten bir süre sonra kapı çalındı. Yogi Hoca elinde ağır olduğu belli olan bir çanta ve eşiyle birlikte içeri girdi. Annem rüyasını ona da anlattı. Hiç şaşırmadı. Manidar bakışlar ve muzip bir gülümsemeyle:

“Ruhların kardeşliği” dedi sadece. “Sen çağırdın ben de geldim.”

Kısa bir sohbetin ardından hepimizi dışarı çıkardı. Merak içindeydik, dualar ediyorduk. Yaklaşık yarım saat sonra içeriden “böğürtü”yü andıran bir ses yükseldi. Annemin sesiydi bu. O an hissettiğim korku midemde korkunç bir bulantıya neden olmuştu. Olduğum yere çöküp kalmıştım. Yüzüm sapsarı, endişeli gözlerle kapının koluna odaklanmış beklerken; Yogi Hoca:

“İçeri gelin” diye seslendi.

Annem, katlanarak üst üste serilmiş iki battaniyenin üzerinde yerde sırt üstü yatıyordu. Yanına yaklaştım. Seslendim. Gözlerini açtı ve gülümsedi. O anda içimi tarifi imkânsız bir ferahlık doldurdu. “Çok şükür!” dedim içimden. Annem iyiydi. Yogi Hoca vereceği talimatlara uyduğu sürece her şeyin düzeleceğini ve annemin eski sağlığına kavuşacağını söyledi. Hepimiz rahatlamıştık.

Annem, hiç aksatmadan Yoga hareketlerini yapmış ve hocanın verdiği tüm talimatlara uymuştu. Aradan birkaç ay geçti. Tedaviden önce bir bardağı dahi tutamayacak derecede güç kaybına uğramış elleriyle artık dolu çaydanlıkları bile kaldırabiliyordu. Evet, annemdeki değişimi yaşayarak görmüştük.

***

Bugün ameliyata direniş göstermem, alternatif çözüm yollarının olduğunu bizzat yaşayarak görmüş olmamdan kaynaklanıyordu. Ama korkuyordum, hem de çok. Çünkü o gün annemden çıkan “böğürme”ye benzer ses bugün hala kulaklarımda çınlıyordu. Nasıl bir acı çekmişti kim bilir? Bir taraftan da omurganın yapısı, omurilik, sinirlerin zarar görme ve felç kalma riski aklıma geldikçe duyduğum endişe arttıkça artıyordu. Ama karşı konulamaz bir güç beni Yogi Hoca’nın yanına doğru iteliyordu. Otele vardığımızda Yogi Hoca’yla lobide buluştuk. Biraz sohbet ettikten sonra hazırlıklarımızı tamamlamak için bize vakit verdi. Saat tam altıda, o bilge adam -yine elinde çantası- olanca ihtişamıyla odanın kapısındaydı duruyordu.

“Selamün aleyküm” dedi gürlemeyi andıran sesiyle. Konuşmasında insanın içine işleyen ve karşısındakini adeta hipnotize eden bir güç vardı. Ağır ama büyük adımlarla ilerleyerek yürüdü ve odadaki yataklardan birinin üstüne bağdaş kurarak oturdu.

“Otur” dedi. Yatağın kenarına iliştim.

“Benim gibi otur” dedi. Ben de kendimi yatağın üstüne çekerek yüzüm Yogi Hoca’ ya dönük mahcup bir edayla bağdaş kurdum. Gözlerime bakıyordu ancak içimi görür gibiydi. Bir şey söylememiştim ama o tedirginliğimin farkındaydı. Vakur duruşuyla konuşmaya devam etti:

“Bak kızım! İçimizde; Allah’ın bize bahşettiği, kendi zerresinden üflediği bir güç var. Ama onu değerlendirmesini bilmiyoruz. Ben sadece bilgimi uyguluyorum. Şifa Allah’tan gelir. Onlarca insan tedavi olabilmek için bana başvuruyor lakin çoğuna cevap veremiyorum. Yıllar önce anneni manevi kızım kabul ettim. Seni de torunum olarak görüyorum ve yardım etmek istiyorum. Ama tereddüdün devam ettiği sürece tedaviye başlamam doğru olmaz. Henüz çok gençsin, ameliyat olur ve pişman olursan, omurganın doğal yapısı bozulacağı için sana bir daha müdahale edemem.” dedi.

Söyledikleri beynimde yankılanırken bir karar vermek zorunda olduğumu biliyordum. Aslında kalben doğru olacağını hissettiğim şey mantığımın çelmesine takılıyordu. Sonunda beni tedavi etmekten vazgeçer diye:

“Tamam hocam” dedim ve kendimi Yogi Hoca’nın sihirli ellerine teslim ettim. Hiç kaybolmayan ciddiyetinde gizlenen samimi bir tebessümle:

“Allah’ın izniyle şifa bulacaksın. Korkma.” dedi. Ardından odadaki diğer kişileri dışarı çıkardı. Yere sermiş olduğumuz battaniyenin üzerine yüz üstü uzandım. Özel olarak hazırlanmış bir yağla uyguladığı masajın ardından tek tek omurlarımı kontrol etti. Sonra havluya sardığı başımı elleriyle kavrayarak hızlıca bir sağa bir sola çevirdi.

“Trrrrrtt…” Ardından fısıltıyla okuduğu duaların eşliğinde avuç içi sırtıma bakacak şekilde, boynumdan belime doğru elini hareket ettirdi. Bedenime temas etmediği halde omurlarımın titreşerek yukarı doğru çekildiğini ve bedenime belli belirsiz bir sıcaklığın yayıldığını hissettim. Biyoenerji dedikleri şey bu olmalıydı. Vücudumuzda saklı olan ve çoğumuzun kullanmayı bilmediği o muhteşem enerji…

Ardından beni sırt üstü döndürdü. Gözlerimi kapatmamı istedi. Yüzüme bir havlu örttü. Belimin altından -çıkardığı şangır şungur seslerden zincirden yapılmış olduğunu anladığım- bir kemer geçirdi. Kollarını omuzlarımı da kavrayacak şekilde bedenime doladıktan sonra, ayaklarını belime taktığı zincir kemere yerleştirdi. Kalbimi namazdaymışım gibi Allah’a bağlamamı istedi. İşte bu benim için çok zordu. Çünkü traksiyon (çekme) zamanının geldiği anlamıştım. Annemin çıkardığı “böğürme” sesi yine kulaklarımda yankılanıyordu. “Ya felç olursam” korkusu da kendimi gevşetmeme engel oluyordu. Yogi Hoca bekliyordu. Ben, beynimde cirit atan bu düşüncelerle boğuşurken bir ara yorgun düşmüş ve kendimi bırakmış olacağım ki tam o sırada vücudumdan çıkan korkunç bir sesle irkildim.

“Hşşşşşşşşşşşşş”. Ama nasıl bir hşşşşşşşşşşşşş.

Sanki içimde bir yerlerde koca koca taşlar ufalanmış da kum tanelerine dönüşmüştü. Bedenim adeta zerrelerine ayrılıp yeniden birleşmişti. Canımın çok yandığını hatırlamıyorum ama özellikle kafamda büyük bir basınç hissediyordum. Kafatasım çatlayacak beynim sanki dışarı fırlayacak, gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi bir basınç... Kanı, kalbim değil de beynim pompalıyor gibiydi. Tüm vücudumda hafif elektrik çarpmasına benzer titreşimler vardı. Kulaklarımda bir uğultu, gözlerim tavana dikili inleyip duruyordum. Yogi Hoca:

“Gözlerime bak!” diyordu o gürleyen sesiyle. Kendimi zorlayarak bakışlarımı ona yönelttim. Karşımda karanlıkta parıldayan iki kızıl alev topu vardı sanki. Gözlerim gözlerine mıhlanmıştı. O anda başımı ellerinin arasına aldı ve parmaklarını şakaklarıma bastırdı. Hissettiğim o korkunç basınçtan da vücudumdaki sızlamalardan da eser kalmadı. Hepsi Yogi Hoca’nın gözlerindeki “kızıl karanlığa” gömülmüş, orada eriyip gitmişti. Vücudumda büyük bir rahatlama vardı.

Traksiyondan önce beynimi kemiren düşünceler tekrar ortaya çıkmış, karşımda sırıtmaya başlamışlardı bile. Belli ki kendime gelmiştim. Çaktırmadan el ve ayak parmaklarımı oynatarak felç olup olmadığımı da kontrol ettim bu arada. Her şey yolundaydı.

Yogi Hoca ellerimi göğsümün üzerinde birleştirdi. Başımın altına bir yastık koydu. Üzerimi battaniyeyle örttü.

“Geçmiş olsun. Yoga hareketlerini ihmal etmeyeceksin, kaslarını güçlendireceksin. Bundan sonra söylediklerimi uygularsan rahat yaşarsın” dedi. Gülümsedim.

“İnşallah hocam. Allah razı olsun. Çok teşekkür ederim” dedim minnetle. Felç olmamıştım ya artık iyileşeceğimi biliyordum. Göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Kendimi uykunun huzurlu kollarına bırakmamam için hiçbir neden kalmamıştı.