FİKRİYE TEYZE


FİKRÎYE TEYZE




Ayşe AKSOY




   Eski yağ tenekelerinden bozma saksılarında begonya, sandal, reyhan çiçekleri sıcak akşam rüzgârında titreşiyorlardı. İki katlı evin balkonunda oturmuş sökülmüş eteğini tamir etmekte olan Fikrîye Teyze, göğün kızıl ve kül rengi bulutları gibi dolu gözleriyle sanki ipte sallanan çamaşırları değil de kendisiymiş gibi baktı onlara. Garip bir hüzün çöktü üzerine. Nedense bu vakitlerde yalnızlık bıçak ucu gibi değerdi yüreğine.

   Çiçeklerini gözleriyle okşadı iç ürpertisiyle sevdi. Yılların Fikrîye Teyze üzerindeki izleri gibi sıcak havalar da çiçeklerinin diriliklerini tırpanlamıştı. “Artık akşamları da sulamalıyım sizi’’ diye geçirdi içinden. Yaşlı bedenini sürükleyerek mutfağa geçti. Kendisi gibi yaşlı emaye çaydanlığını arandı. Çiçeklerin susuzluğunu emektar çaydanlık giderirdi ancak. Rafın altlarına baktı. Tel dolaba baktı, yok, yok. Fikrîye Teyze aradığı hiçbir eşyayı koyduğu yerde bulamıyordu uzun zamandır. Nereye koyduğunu düşünürken kedisi Maviş ayaklarının dibinde miyavlamaya başladı. Gel kızım gel yavrum gel anneciğine diyerek kucakladı onu. Hayat arkadaşı Saim Efendi hakkın rahmetine kavuştuğundan beri kediciğine hep böyle seslenirdi. Çocukları evden birer birer uçup gitmişti. Maviş’in minik yüzünü çocuklarına sarılırcasına yanaklarına sürdü, sırtını sıvazladı. Maviş kuyruğunu kıvırıp küçük kuyruk darbeleriyle onun yaşlı ellerini okşadı.

   Buzdolabını açarak birkaç tencere ve tabağı çıkardı. Aaa ben bu kuru fasulyeyi dün yememiş miydim diye söylendi. Hafızasını epey zorladıktan sonra dün akşam kuru fasulyeyi bulamadığını, onun yerine çorba yaptığını hatırladı. Evet, evet bakkalın çırağı karşı komşu Melahat’in siparişlerini getirip benim de kapıma vurmuş bir isteğim olup olmadığını sormuştu. Fikrîye teyze maviş kucağında düşüncelere dalmışken akşam ezanı okundu.

   Abdest almak için banyoya doğru yürüdü. Musluğu açıp kuru damarlı ellerini sonra yüzünü yıkadı. Kulaklarını yıkarken yırtık kulak memesi geldi eline. Küçük oğlu İhsan altı aylıkken küpesine elini hızla atmış, kulağı bir anda kanlar içinde kalmıştı. Ama o bu anı acıyla değil özlemle hatırladı. Pulları dökülmüş aynada yüzüne baktı. Ah ne kadar gençtim o zamanlar dedi. Üstelikte sağlıklıydım. Ah İhsanım! Dedi. Gözleri doldu. Oğlunun doğumu, küçüklüğü, yaş yaş görüntüleri gözünün önüne geldi. Artık eskisi kadar sık gelmiyordu ziyaretine.

   Her akşam karanlıkla birlikte içine düştüğü yalnızlık kuyusu onu derine daha derinlere çekiyor, o bu dipsiz kuyunun ucundaki aydınlıktan bakıyordu dünyaya. Akşamlar uzadıkça anılar onu rahat bırakmıyor, geçmiş sanki bu günden daha renkli bin bir güzellikle süslenerek gözünde canlanıyor, o zaman yalnızlığını daha çok hissediyordu. Çocukları onu yanlarına götürmeyi teklif etseler de o bunu kabul etmemiş, evinin ocağını tüttürmeyi marifet bilmişti. İsterdi ki onlar yanında olsun, olmasalar da daha sık ziyaret etsinler, torunları evin içinde koşuşsun, eski günlerdeki gibi şenlensin yuvası.

   Bütün ömrünü adamıştı çocuklarına. Onlar rahat etsin diye her gece geç yatar, sabah kahvaltısını bile düşünerek hazırlık yapardı. Eskiden bugün gibi kolaylıklar da yoktu; çamaşırı akşamdan yıkar bazen, sobayı yakıp etrafındaki sandalyelere serdiği çamaşır-ları çevire çevire kurutur, ütüler, hazır eder, eşini çocuklarını işe, okula tertemiz gönderirdi. Çocukları yesin, içsin, giyinsin mutlu olsun tek isteği buydu. Yaşlılık kapıya konacak şey değildi. Tek başına şu evin içinde geçirdiği günler aylar uzadıkça uzuyor, ölümü yaşamaktan daha çok benimsemesine rağmen yine de her gün biraz daha elden ayaktan düşerek yaşamak zor geliyordu artık. Neylesin insanın kaderi buydu. Maviş bu sefer daha ısrarla miyavlamaya, bir o yana bir bu yana atlamaya başladı. Fikrîye teyze Maviş’in sesiyle sıyrıldı düşüncelerinden. “Ah kızım ben senin yemeğini vermedim değil mi?” Diyerek ayağındaki takunyalarını takırdata takırdata koridorda yürümeye başladı. Aslında bu takunyaları sadece banyoda giyerdi.

   Mutfağa yöneldi. Hava iyice karamış olduğundan mutfaktan sızan ince ışık hemen gözüne çarptı. “Vay başıma! Yine buzdolabını açık unuttum!” Diye hayıflandı. Mutfakta mavişin ciğerini yine bulamadı. Bugün günlerden perşembeydi. Maviş’in ciğerini KaNuri’den alması gerekiyordu. Ne yazık ki bunu da hatırlayamadı. Etli kuru fasulyeyi Maviş’le kendine pay ederek salona geçti. Her zamanki vakit namazını kılmak üzere seccadesinin üzerine durdu…

   Ertesi sabah yağmur yağıyordu. Balkondaki çamaşırlar ıslanmış, hüzün hiçinde anlamsızca sarkıyordu. Saksıdaki çiçekler yağmurun sevinciyle dipdiri, daha yeşil, daha sarı, daha pembeydiler. Bakkalın çırağı Osman, Fikrîye teyzenin kapısını çaldı. Çırak, Fikrîye teyzenin almayı unuttuğu Maviş’in ciğerini getirmişti. O sırada komşu Melahat Hanım da kapıyı açtı. Fikrîye teyzenin dün de kapıyı açmadığını söyledi. Telaşlanıp kapıyı hızla tekrar tekrar çaldılar. Bu işte bir gariplik vardı. Fikrîye teyze her ne kadar unutkan olsa da kulakları iyi işitirdi. Bu arada kapıdan binaya yayılan tüp gaz kokusunu fark ettiler. Hemen itfaiyeyi ve polisi aradılar. Gelen itfaiye ekipleri balkondan eve girdi. İçerde çok ağır bir gaz kokusu vardı. Hemen kapı ve pencereleri açtılar. Fikrîye teyzeyi aradılar. Onu yatağında buldular. Kanaviçe işlemeli yorganı yastığı içinde öyle sakin yatıyordu ki önce uyuyor sandılar. Yılların tek tek ağarttığı bembeyaz saçları yastığa dağılmıştı. Elinde küçük oğlu İhsan, kızı Zehra, büyük oğlu Metin ve elli beş yılını geçirdiği hayat arkadaşı Saim efendi ile gençlik yıllarında çektirdiği siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Tek can yoldaşı Maviş son yolculuğunda da onu yalnız bırakmamıştı.