YOLCULUK



YOLCULUK




Zehra AKKAYA




   Çatıya, çatıdan dama geçiyor, eski çizgi filmler gibi kalemle çizilmiş evlerin üzerinde, birinden diğeri-ne atlayıp geziyorum. Bir de ne göreyim, ayakkabılarım da çizilmiş, ayaklarımı çıkarıp baktım onlar da aynı şekilde çizili. Aman Allah’ım ellerim, ellerim de çizilmiş, ben nereye geldim?

   Ayna bir ayna bulmalıyım, çantam neden ya-nımda yok. Elimle yokluyorum, telefonum da cebimde değil! Ben nereye geldim, ilerlemeli bir yol bulmalıyım. Koşuyor ve olabildiğince hızlanıyorum. Damdan dama, o kadar hızlı atlıyorum ki, sonunda boşluğun ne kadar geniş olduğunu fark etmiyor, düşüyorum. Zemine değmem o kadar çok zaman alıyor. Bildiğim bütün duaları tekrar tekrar okuyorum. Düşmekten sıkılıyorum, bitsin artık öleceksem öleyim, derken en sonunda yerdeyim.

   Gözümü korkuyla kapatıyor, açıyorum canım acımıyor. Kafamı çevirdim, bir de ne görüyorum, ayağım yanımda, yoksa benim ayağım değil mi ama çok benziyor. Uzun uzun bakıp doğruldum. Ayağım yanımda, dizimden tamamen geriye dönmüş, öylece duruyor. Düzelttim yerine takıp ayağa kalktım.

   Neredeyim?

  Etrafıma dönüp bakıyorum, her yer aynı yürüyorum, koşuyorum, duruyorum kafamı kaldırıp gök-yüzüne bakıyorum, her yer aynı, güneş ışıldıyor itinayla boyandığı yerinde. Gece oluyor, gündüz oluyor, günler aynı şekilde geçmeye devam ediyor. Yalnız yıldızlar, karanlık tuvalde hep ordaymış gibi güzelliklerinden, hiç bir şey kaybetmeden beni izliyor. Çoban Yıldızı bana gideceğim yeri tarif etmiyor, sadece seyirci.

   Hiç uyumadan, yemek yemeden, günlerce yaşayabildiğim bu yerde, demek ki her şeyi yapabilirim. Uçabilirim mesela, yüksek bir yere çıkıp kendimi, boşluğa bırakıyorum. Kanatların olmayınca, uçmak ta zor oluyor, yere çakılıyorum. Denemekten vazgeçmiyor sürekli düşüyorum. Ama bir dakika, burada her şey mümkün olduğuna göre, Süpermen gibi elimi havaya kaldırıp uçabilirim. Yuppi uçuyorum, her şeyi yukardan seyrediyorum hızlanıyor ve hızlanıyorum. Şehirleri, dağları, ırmakları, yok olmaya yüz tutmuş ormanları mesela, denizleri seyrediyorum, cennet diyarları, savaşmaktan cehenneme dönmüş yurtları, yıllarca oradan oraya gezip duruyorum. Uçuyorum, koşuyorum, istediğim her yere gidip her şeyi görüyorum ama buraya neden geldim. Mısırda Piramitleri gezdim bir gün, bir gün Kuzey Kutbundaydım, hiç üşümedim eksi elli derecede, bir gün yine yanmadım, Lut Çölünde, dağları ziyaret ettiğim gün bir kulübe duruyor, bir dağın tepesinde öylece.

   Yavaşça inip yere, usul usul yaklaşıyorum kulü-beye, kulübe yaklaştıkça çok güzel bir eve dönüşüyor. İçinden kahkahaların yükseldiği, ilk önce kapısını çal-mak istiyorum. Ama gitmiyor elim bir türlü, sesleri duyup merak ediyorum içerde neler yapıyorlar diye, cama yaklaşıp içeriyi seyrediyorum. Odanın ortasında, kuzine yanıyor, üst deliklerinden alevler gözüküyor. Böyle yandığına göre hava çok soğuk olmalı, bakıyorum evin çatısından dumanlar yükseliyor. Odun sobasının dumanı, gökyüzüne mutluluğun resmini çiziyor. Tekrar içeri bakıyorum, Kuzinenin yanında bir adam saçları küt kesilmiş, kızıyla oynuyor. Kadın geliyor, kucağında bir erkek bebeğiyle adamın yanına bırakıp gidiyor, burada ne kokuyor çok tanıdık diyerek etrafıma bakıyorum, kadın birden elinde tepsiyle koşarak geliyor, kuzinenin fırınından yanmak üzere olan, patatesleri çıkarıyor. Üzerinde mor kazağıyla, aslında mor rengi, bende çok severim. Ama patlıcan morunu mu, yoksa karalâhana morunu mu hatırlamıyorum. Zaten ikisi de birbirine benzemiyor muydu?

   Onca zaman gezip dolaştım, günlerce bu aileyi seyrettim. Çıkış yolu dışarıda değilse, belki de insanın içinde, dışarıda kendime ait bir şey bulamadığıma göre, içimde aramalıydım. Göğüs kafesimi yarıp içine bakmalıyım, ilk önce organlarımı çıkarıp yan yana dizip seyretmek istedim, sonra yerlerini hatırlayamam diye, birer birer bakıp yerleştirmek daha mantıklı geldi. Midemi elime alıp dakikalarca seyrettim, dışarıdan direk faydalanan bu organ, bana bir şey ifade etmedi, böbreğe, dalağa, apandisitimin boş olan yerine baktım. Ciğerimi elime alınca, üzülünce pare pare olur, dediklerini hatırladım. Denedim, insan ciğeri elindeyken üzülemiyor demek ki. Kalbime gelmişti sıra, aldım atmaya devam ediyordu. Elimdeki bu küçücük et parçasına baktım. Yıllardır biriken hüznü ve mutluluğu neresine sığdırıp saklıyordu. Her şey bunun içinde gizli, acıları çıkarıp atabilirim diye düşündüm. Ellerimle kalbimi ortadan ikiye yarıp, içine baktım küçük küçük siyah lekeler vardı. Bunları temizlemeye başladım, temizlediğim lekeler az bir zaman sonra, yeniden oluşuyordu. Ben tekrar sildim onlar yeniden oluştu, tekrar sildim oluştu. Demek ki acılar, yok olmuyordu. Günlerce, haftalarca elimdeki kalbi izledim, demek ki bunlar bendi bana aitti, beni ben yapıyordu. Kalbimi kapatıp yerine özenle yerleştirdim, malum daha çok işi vardı.

   Artık uyanma vakti geldi. Çizgilerimi önce çamaşır suyuna ıslattım, sonra ovdum, hepsi yok olana kadar, bir güzel temizledim. Artık sıradan hayatıma dönüp, insan kalabalığında kaybolabilirim.