BEN “NARİN”



BEN “NARİN”




Fatma DAĞLI




   İşte artık bitiyor…
   Boşluktayım.
  Önce düşer gibi oluyorum, içim ürperiyor. Sonra özgürlüğün heyecan verici kanatlarını takıyorum. Bu sefer sevdiklerimden önce gitmenin ve onların acısını yaşamayacak olmanın sevincini taşıyorum yüreğimde. Ne kadar da rahat, kaygısız ve huzurluyum. Evet, gidiyorum.

   Hayatla ölüm arasındaki puslu yolda süzülürken ufukta beliren bir film şeridine takılıyor gözlerim. Başrolde ben “Narin.”

***

   Demir parmaklıların, tel örgülerin arkasındayım. Bugün mü, dün mü, aylar mı oldu? Ne zaman düştüm buraya hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor. Etrafımda benim gibi inleyen niceleri var. Kapıları mı kapatsanız? Titriyorum. Metallerin soğuk senfonisi içimi daha da üşütüyor. Üstümü mü örtseniz…

   “Bir daha anne olamayacakmışım” öyle dediler. Acı karnımda mı yüreğimde mi ayırt edemiyorum. Kızlarımı ve oğullarımı düşünüyorum. Kim bilir neredeler? Ümitsizlik bulutları çöküyor gözlerime. Direniyorum. Kirpiklerim vuslata eriyor sonunda. Yağmur mu yağıyor yanaklarıma?

***

   Kayalıklarda, bozkırlarda rüzgârla yarışıyorum. Mor renkli çayır sümbüllerini, mavi mine çiçeklerini, geven otlarını selâmlıyorum. Soluklanmak için karaağaçların gölgesine sığınıyorum. Karlı dağları ardıma alıp koşmaya devam ediyorum. Hüzün çiçeklerinin yanından geçerken yavaşlıyorum istemsizce. İçim burkuluyor. Karşımda boylu boyunca uzanan mavi serinliğin koynuna bırakıyorum kendimi. Yüzüyor, yüzüyorum. Dalgalar narin bedenimi kucaklıyor Meryem Ana misali. İnci kefalleriyle dansım bitince sudan çıkıyor, salınarak yürüyorum. İkindi sıcağıyla akşam serinliği nöbet değiştirmeye başlayınca hafifçe ürperir gibi oluyorum. Yemeğimiz ocağa vurulmuştur çoktan. Ciğer köftesi buram buram tütüyor burnumda. Midemdeki gurultulara kulak tıkayıp çöp bidonunun kenarına büzüşmüş miskin tekirlere hınzır bir bakış atıyorum. Eve gitme vakti. Koşar adımlarla ilerliyorum. Bahçe duvarlarından, çitlerden atlıyorum. Ağaçların, çalılıkların arasından geçerken bir hışırtı duyuyorum. Göz ucuyla arkamı yokluyorum. Polat yine peşimde. Dudaklarıma belli belirsiz bir gülümseme yerleşiyor.

   “Çok beklersin” diyorum içimden.

   “Şu haline bak! Sana mı kaldım?”

   Tafralı bir edayla adımlarımı hızlandırıyorum. Hâlâ arkamda mı acaba? Beni takip etmesi içten içe hoşuma mı gidiyor? Yok canım, daha neler…

   Evimizin önünde bir kalabalık var. Çift kanatlı, tokmaklı ahşap kapımız ardına kadar açılmış. Yüreğime bir huzursuzluk çörekleniyor. Usulca süzülüyorum kalabalığın arasından. Kimse farkıma varmıyor. İç sofanın her iki yanındaki odalarda vah, vahlar ayyuka çıkıyor. Başımı kaldırıp köşke bakıyorum. Zeynep Aba yerinde değil. Mutfaktan kavrulmuş un kokusu geliyor. Ciğer köftesine ne oldu? Belki yatak odasındadır diyorum. Sofada bulanan, tek kollu ahşap merdivenden üst kata çıkıyorum. Kapı aralı. Zeynep Aba uyuyor galiba. Yanına yaklaşıyorum. Çarşafı neden yüzüne kadar çekmiş ki? Bir sıçrayışta yanına çıkıyorum. Üşümüş. Isıtmak için yanına kıvrılıyorum.

   “Şu kalabalık gitse, Zeynep Aba uyansa, -narin kızım- diyerek okşasa beni. Nazlı nazlı süzsem mavi-kehribar gözlerimi…” “Hşşşt. Pişik!”

   Popomda hissettiğim terlik acısıyla yerimden fırlarken Zeynep Aba’nın karnındaki bıçak yere düşüyor. Duyduğum ses içimi ürpertiyor. Kendimi mazgal pencereden dışarı atarak samanlığa sığınıyorum. Acı acı miyavlıyorum:

   “Zeynep Aba… Ciğer köftesi…”

   Avludan yükselen dumana ve su buharlarına bakarken gözlerim nemleniyor. Bahtım kaynayan kazanla beraber karalar bağlamaya başlıyor.

***

   Ah, Polat… Kara gün dostu, kara kedi. Günlerce beklemiş beni sokağın karşısında. Onu görünce bir hüzün kaplıyor içimi. Siyah ve beyazın, gece ile gündüzün, kibir ve tevazuun buluşmasıydı bizimkisi. Hiçbir şey demeden, ardıma bile bakmadan onunla gidiyorum. Bir zamanlar burun kıvırdığım çöplüklerden ekmek kırıntıları bulduğuma, vicdan yoksunlarından sadece bir tekmeyle kurtulduğuma şükreder olmuştum. Ara sıra eski evime uğruyor, samanlığa girip sessiz sessiz ağlıyordum. Cumbadaki pencerenin demir lokmalı parmaklıklarında Zeynep Aba’nın beyaz tülbendi yerine örümcek ağları uçuşuyordu artık. Nazlı miyavlamalarım yerini suskun bir yasa bırakmıştı.

   Neydim, ne olmuştum… Böylece gündüzler geceleri, aylar yılları kovaladı. Hayat oyununun bu perdesi bir gün ensemden yakalanıp karga tulumba kafese kapatılmamla sona erdi. Geriye Polat’ın ardımdan koşarken yüreğime kazınan çaresiz bakışları kaldı. Kamyon kasasında daracık bir kolinin içinde, aç-bitap günlerce yolculuk ettim. Kutunun kapağı açıldığında ışıktan kamaşan gözlerimi kırpıştırarak nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Yaba gibi bir el çekip çıkardı, evirip çevirdi beni. Bu şekilde incelenmek nasıl da inciticiydi. Ah eski gücüm olacaktı ki, o vakit gösterirdim onlara dünyanın kaç bucak olduğunu. Lâkin kendimde kıpırdayacak gücü bile bulamıyordum. Neyse uzatmayalım, o gün karne hediyesi olarak küçük bir çocuğa sundular beni. Üç aylık bu kısa maceranın son durağı kedi barınağı oldu.

   Parmaklıklar ardındaki tutsaklığımın bitmesi için her gün umutla bekledim. Tan yerinin ağarmasıyla birlikte tel örgülerin önündeki yerimi alır, gün batana kadar bana uzanacak elleri beklerdim. Ağaçların sarı saçlarını savurmasını, ardından gelinliklerini giyinişini izledim. Boylu boyunca uzanıyordu duvakları. Derken topladılar eteklerini, çiçeklerini sundular doğaya. Ben hep bekledim. Gelen giden olmadı. Her doğan gün içimdeki yaşama sevincinden bir şeyleri alıp götürüyordu. En son anneliğimi de koparmışlardı benden. Artık tel örgülerin ötesine bakmaz olmuştum. Umudum mu tükenmişti? Sahi, umutsuzluk neydi? Veda türküleri söyleyerek hayata sırtını dönmek miydi?

   Ayak sesleri mi duyduklarım? Yanılıyor muyum yine?

   “Baba, baba bak!” dedi küçük kız heyecanla. Parmağıyla beni mi işaret ediyor? “Yapma, Narin!” Kendime şöyle bir bakıyorum. Gözlerimde yılların yorgunluğu, yüzümde yara izleri, karnımdaki dikişler ve dökülmüş dişlerimle yürüyen bir enkaz gibiyim. Artık ölümden başkası kucak açmaz bana.

   “Gözlerine bak, ne kadar güzel!” dedi ablası.

   “Bana mı bakıyorlar gerçekten?” Kulağıma fısıldamaya başlayan umudu susturmaya çalışıyorum. Bu hasta halimle kim ne yapsındı beni?
   
   “Onu istiyorum” dedi küçük kız. Şefkatle yaklaşıyorlar bana. Şaşkınım. Yeni yuvama gidiyorum…

   Nihayet kapıdayız. Kavrulmuş ciğer kokusu mu o? Burnumun direği sızlıyor.

   “Narin kızım, evine hoş geldin.”

   “Efendim?”

   “Bir mucize miydi bu? Hayat en beklenmedik zamanda yeniden göz kırpmış, tatlı tatlı gülümsemiş miydi bana? Sahip olduklarımı kaybetmekten ölesiye korkuyorum. Geceleri herkes uykudayken ayaklarını ısırıyorum hafifçe. Yaramazlık yaptığımı sanıyorlar. Ölmelerinden korktuğumu ve hayatta olup olmadıklarını bu şekilde kontrol ettiğimi nereden bilebilirler ki?

***

   Vakit geldi hissediyorum. Hüzünle karışık bir huzur çöküyor üzerime. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Yine o şarkı kulaklarımda:

   “Son bakışın duruyor gözümde Bir alev gibi deli mavi”

   Tebessüm yerleşiyor dudaklarıma. Ellerimi uzatıyorum boşluktan:

    “Polat… Sen misin?”

   Sessizce gidiyorum…