GAZOZ KAPAKLARI

GAZOZ KAPAKLARI



Fatma DAĞLI




   Şakaklarından sızan ter damlalarını elleriyle sildi. Parmaklarının sıcaklığını teninde hissetmesi hararetini daha da artırdı. Nasıl da sabırsızlıkla bekliyordu buz gibi şişeyi avucunda tutarak dudaklarına dokundurmayı. Ve coşkun dereler gibi köpük köpük akan soğuk içeceğin şelale misali- boğazından midesine döküleceği anı.

   Selim'in bakışları masadan düştükten sonra birkaç kez zıplayıp hareketsiz kalan yerdeki gazoz kapaklarına takıldı.

   Gazoz kapaklarının şıngırtısı onu zihninin de-rinliklerinde bir yerlere götürmüştü. Hatırlamaya çalıştı. Dalgınlığı arkadaşlarının dikkatinden kaçmamıştı.

   “Bu ses!” dedi Selim. Genzinde bir yanma hissetti. Boğazına gelip bağdaş kuran bu yumru da neyin nesiydi. Ağlıyor muydu? Yaşaran gözlerini güneş gözlüğünün arkasına sakladı.

   Düşüncelerini toparlayamıyordu bir türlü. Derken yanlarından geçen kiremit rengi eski bir Mercedes’in radyosundan yayılan müziğin sesi onu havalandırarak tozlu bir köy yolunun tam ortasına bıraktı.

***

   Şaşkın şaşkın etrafına bakındı Selim. Az ileride dere yatağına kurulu, karataşlardan inşa edilmiş, sırtı kayalıklara yaslı, iki odalı evleri duruyordu. Birbirinden bağımsız ve tek pencereli olan bu odalardan birisi mutfaktı. Diğeri ise gündüzleri oturma, geceleri yatak odası olarak kullanılıyordu. Selim yedi kişilik kalabalık bir aileye kucak açan bu daracık ama bir o kadar da sıcak ve huzurlu evi uzaktan izledi.

   Annesi sesleniyordu mutfaktan:

   “Seliiim... Selim oğlum.”

   “Efendim!”
   
   Ayağa kaktı ve dizleri yamalı, paçaları kısalmış pantolonunun tozlarını silkeledi. Sonra koşarak evlerinin tahta bahçe kapısını açtı. Annesi mutfak camından ona bir tabak yemek uzattı:

   “Al oğlum, bunu Veli dayıya götür. Oyalanmadan git ki soğumadan yesin. Kaç gündür hasta yatıyormuş gariban.”

   Selim bakır tabağı kenarlarından tutarak yola koyuldu. Çocukluk bu ya, yürürken ayaklarını yere sürmekten ve yerdeki tozu havaya kaldırmaktan büyük keyif alıyordu. Hangi ayağı diğerine galip gelecekti acaba? Oyun gözüne kaçan toz parçaları eşliğinde sağ ayağının galibiyetiyle son buldu.

   Gözünü ovuştururken Hasan emminin evinin önünden geçiyordu. Hasan emmi Almanya'dan kesin dönüş yapmış bir gurbetçiydi. Köyün en görkemli evi ona aitti. Türküler ve oyun havaları en büyük tutkusuydu. Balkonuna adına hoparlör dedikleri tuhaf bir alet yerleştirmişti. Selim onu masallardaki kükreyen aslanların açılmış devasa ağızlarına benzetirdi.

   Aniden duyduğu yüksek sesle irkilen Selim’in yüreği ağzına geldi ve tek eliyle tuttuğu tabak yalpaladı. Gözünü ovuşturmayı bırakıp tabağı diğer eliyle destekleyince yemeğin bir kısmını dökmeden kurtarabildi.

   Parmaklarının yanmasına aldırmadan derin bir “oh” çeken Selim bir yandan “Kocaman manda söğüt dalına nasıl yuva yapar?” diye düşünürken bir yandan da balkonunda fötr şapkasıyla oturmuş keyifli keyifli pipo tüttüren Hasan emmiyi izliyordu. Merakına yenik düşen Selim ayak parmaklarının ucunda hafifçe yükseldi. Hasan emmi üzerinde ekru renkli bir takım elbise, yeşil gömlek, kırmızı ve beyaz puantiyeleri olan kravatıyla bacak bacak üstüne atmış, tıpkı film yıldızları gibi oturuyordu. Evinin kapısında tozlanmaması için üstü çadırla örtülmüş kiremit rengi bir Mercedes duruyordu.

   Selim yola koyuldu yeniden. Türkünün sözleri kulaklarında çınlıyordu.

   “Söğüt ağacını işgal eden mandaları oradan indirmenin bir yolunu bulmalı” diye düşündü. Aksi takdirde at niyetine üzerine bindikleri söğüt dallarını onlara kaptıracaklardı.

   Hem yürüyor hem hayal kuruyordu. Acaba köylerinin dışında nasıl bir hayat vardı? Düşünüyor, düşünüyor, buradan daha büyük bir yerleşim yerini tahayyül edemiyordu.

   Dış dünyaya açılan tek yer köylerindeki bakakaldı onun için. Bir defacık olsun tahta tezgâhın başköşesinde duran koyu yeşil renkli o makinaya yaklaşabilmeyi, yuvarlak boşluklara bakkal emminin yaptığı gibi işaret parmağını koyup dairesel hareketler yapabilmeyi, sonra o sihirli sözcüğü söylemeyi; “ALO” diyebilmeyi ne çok isterdi.

   “Telefon gelmiş” söylentisini duyan tüm çocuklar oyunlarını yarıda bırakarak bakkalın kapısında alırlardı soluklarını. Kulaklarını cama yapıştırarak konuşmaları merakla dinlemeye çalışırlardı.

   Bir de bakkal emminin her ay kasabaya giderek getirdiği sarı Elvan gazozları vardı. Boşalan şişeleri iade ederlerdi ama kapaklar onlarda kalırdı. Gazoz kapaklarının tırtıklı kenarlarını taşla düzeltirler sonra ortasında açtıkları iki delikten ip geçirerek “vız vız” yaparlar ya da ok ucu niyetine bir kenarı sivri olacak şekilde eğip bükerek söğüt dallarına takarlardı.

   “Yok yok! Mandaların söğüt dalına yuva yapmalarını kesinlikle önlemeliyiz” diye geçirdi içinden Selim. Yoksa atlar gibi oklar da gümbürtüye gidecekti.

Kasaba nasıl bir yerdi acaba? Selim gözlerini kapatınca rengârenk oyuncaklar ve kasalar dolusu gazoz belirdi hayalinde. Uzak diyarları merak ettiğinde annesi:

   “Oku oğlum, okursan gidersin” derdi.

   Birden heyecanlandı Selim.

   “Gideceğim, büyük adam olacağım!” derken kara gözleri ışıldadı ve dudaklarına bir tebessüm yerleşti. Sonra durdu birden. Hasan emminin evini izledi uzaktan. Bir de Veli dayının yıkılmaya yüz tutmuş dört duvarını getirdi gözünün önüne. Yüzündeki gülümseme yerini derin bir düşünceye bıraktı.

   Geçen kış Veli dayı hastalandığında ona yine yemek götürmüştü. Odanın bir köşesinde battaniyenin altında titreyerek oturan yaşlı adamı görünce çok üzülmüştü. Tek odalı kulübenin toprak damı birkaç yerinden akıyor, su damlalarının paslanmış helkelerde birikirken çıkardığı sesler odayı daha da soğutuyordu.

   “Büyük adam olursa çok para kazanabilir ve ona yeni bir ev yaptırabilirdi.” Neşesi yerine gelmişti Selim’in. Hayal kurmaya devam etti:

   Çocukların patlayan toplarının yerine yenilerini verebilirdi ya da onlara filmlerde gördüğü bisikletlerden alabilirdi mesela. O zaman söğüt dallarına ihtiyaçları da kalmazdı.

   Bu düşüncelerle Veli dayının kulübesinin önüne kadar gelmişti. İçeriden birbirine çarpan metal şıngırtılarının sesi geliyordu. Belli ki ayaklanmıştı adamcağız. Gazoz kapağı toplamak ve ceplerinde taşımak onun tek mutluluğuydu. Kaybettiklerinin boşluğunu gazoz kapaklarıyla doldurmaya çalıştığını kim bilebilirdi ki?

   Selim kapıyı üç kez tıklattı. Annesinin tembihlediği gibi iki adım geri çekilerek kapının açılmasını bekledi.

  Veli dayının yılların yorgunluğunu ayaklarında sürüklediği; kösele ayakkabılarının yıpranmış zeminde çıkardığı cılız seslerden anlaşılıyordu. Epey sonra kulübenin ahşap kapısı gıcırdayarak açıldı.

   Her zamanki gibi ceketi omzundaydı. Arkasında birleştirdiği ellerini çözerek gururlu bir edayla pantolonunun hayli kabarık ceplerine vurdu birkaç kez.

   “Bedava mı sandın para verip aldım” diye ekledi ardından.

   Selim, şaşkın şaşkın baktı Veli dayının yüzüne. Onun kapaklar için para ödemediğini ve asla yalan söylemeyeceğini biliyordu. Pekiyi ama ne demek istemişti?

   Veli dayı çökmüş gözlerinde alevlenen bir umutla:

   “Kapak getirdin mi kapak?” diye sordu.

   Selim mahcup şekilde elindeki tabağı uzatabildi sadece. İhtiyarın hissettiği hayal kırıklığı gözlerini daha derin çukurlara gömmüştü.

   Yutkundu Selim, gözleri dolmuştu. Yaşlı adamın bir anda sönen bakışlarından kaçırmayı başardığı gözleri bu sefer de onun yırtık kösele ayakkabılarına yakalandı. Düşündü… Veli dayı bu hale nasıl gelmişti acaba? Kısık ama kararlı bir şekilde:

   “Gideceğim Veli dayı” dedi. “Büyük adam olacağım, sana yeni ayakkabılar ve gazoz kapakları getireceğim”.
   
   kış Veli dayıyı kaybettiklerini öğrendiğinde günlerce yataktan çıkmadı Selim. Mütemadiyen sayıklıyordu.

   “Kapak… Ayakkabı… Getirecektim Veli dayı, getirecektim...”

***

   “Efendim reis?” dedi arkadaşı Lokman. “Anlamadım. Neyi getirecektin?”

   Selim cevap veremedi. Boğazındaki yumru kocaman olmuştu. Eğildi ve yerdeki gazoz kapaklarını alırken gözlerinden iki damla yaş süzüldü.

   Mercedes uzaklaşıyordu, gazoz kapakları da şıngırdamıyordu artık. Ama değişmeyen bir şey vardı:

   “Mandalar söğüt dalına yuva yapmaya devam ediyor ve yavrularını hâlâ sinek kapıyordu …”