PAYDOS



PAYDOS




Fatma DAĞLI




   Görüyorum. Ateş bir tek onun yüreğine düşüyor.

   “Tıp… Tıp, tıp… Tıp, tıp, tıp…”

   Bir damla, bir damla daha… Kara toprak ıslanıyor. Başını gökyüzüne kaldırıyor. Çatlayan dudaklarında son bir şarkı:

   “Artık… Yeşerecek bir dalım yok!
   Yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da…”

   Dostum Grundig ile göz göze geliyoruz. Elimizden hiçbir şey gelmiyor. İçimiz burkuluyor.

                                                      ***

   Tepe üzerine kurulmuş büyük bir bahçede oturuyorum. Eskiden bu kadar sessiz değildi buralar. Neredeyse tüm aile bir aradaydı.

   Ah, ne güzel günlerdi! Gelin gücüm yettiğince anlatayım…

   Dökülmüş saçlarıma, damarlı ellerime, kamburlaşmış sırtıma bakıp da burun kıvırmayın. Bir zamanlar gür saçlarım savrulurdu rüzgârlarda. Güçlü kollarım uzanırdı semaya. Hele bir de sarı tokalarımı taktım mı öyle bir parlardım ki komşu bahçedeki ceviz ağacının hırsından çatır çatır çatladığını duyardım.

   Şurada küçük bir havuz vardı. Serçeler su içerdi fıskiyesinin altındaki çanaktan. Sonra gelip omuzlarıma konarlardı. Ötüşmelerini dinlemek tatlı bir huzur verirdi seher vakitlerinde. Derken kapılar gıcırdamaya başlardı, uyananları bir bir toplardım kanatlarımın altında…

   Şu paslanmış somyanın üstünde pamuk elleri tespih çeken bir babaanne otururdu mesela. Bazen sitemkâr bir edayla “Hayırdır cennetten muştu mu geldi?” diye sorardı kıkırtısı bitmeyen torunlarına. Hemen yanı başında bağdaş kurmuş, şapkasında sakladığı çuvaldızıyla heybesini onaran güler yüzlü, pembe yanaklı bir dede vardı. Zamanla göçtüler birer birer fani dünyadan. Her kayıpla benim de bir dalım kurudu. İrili ufaklı o kadar çok kol kaybettim ki kuşları, kedileri, kelebekleri selamlayabilmek için başımı hafifçe öne eğer oldum.

   “Göstereyim mi?”

   İşte böyle yavaşça.

   “Aaah, boynum! İyice oduna dönmüş.”
   “Ne diyordum ben? Ha eskiden…”

   Eskiden, ne okey masalarına oturulur, ne şen kahkahalar atılırdı gölgemde. Aile büyüklerinin sohbetlerini sabahlara kadar çay içen gençler devralırdı sıcak yaz gecelerinde. Arka fonda benim hışırtılarım ve dostum Grundig’ten çıkan melodiler…

   Hele bir bayram sofraları kurulurdu ki tatlı telaşlarla, sormayın. Yahniler, mantılar, börekler, baklavalar… İştahla yenen yemeklere kedinin ciğere baktığı gibi bakar, özellikle yaprak sarmalarının tiridine bir ekmek de ben bandırabilir miyim acaba diye dallarımı uzatmaya çalışırdım. Bir defasında başaracak gibi olmuştum. Aksilik bu ya birinin gözüne batacaktım neredeyse. Bir el uzandı:

   “Çıttt.”
   “Aahhh!”
   
   Haddimi bildirmişlerdi. Benim bahtıma sadece sofra toplanırken bardaklarda yarım kalan suları içmek düşmüştü. Neyse…

                                                        ***

   Zamanla her şey değişiyor… Yan tarafa bir çayırlık yaptılar geçtiğimiz yıl. Adı çardak mı ne, bir de sahte ağaç diktiler üzerine. Gıcık oluyorum ona. Saçlarım döküleli beri orada toplaşır oldular. Neymiş, güneş sızıyormuş dallarımın arasından. Gün gelecek Grundig’i de götürüp oraya asacaklar diye ödüm patlıyor. İyice bağrıma basıyorum eski dostumu.

   Hem kızıyor, hem merak ediyorum. Ne konuşuyorlar acaba? Kulak kabartıyorum, olmuyor. Doğru dürüst duyamıyorum artık. Tabağı kabak anlar oldum…

                                                         ***

   Hiç iştahım yok şimdilerde. Sessiz bir cenaze yemeği yeniyor kuru dallarımın altında. Adam Amca’nın cenaze yemeği. Evet, yanlış duymadınız Adam Amca’nın.

   Bu ismi ilk duyduğumda gövdem çatırdayana kadar gülmüştüm. Küçük bir kız çocuğu vardı. Özellikle yaz tatillerinde gördüğüm; yuvarlak pembe gözlükleri olan çok sevimli bir kız. Bizim oğlan bir gün merdivene çıkmış evin önündeki asmayı buduyordu. Ona seslenecek oldu. Çocukluk bu ya adını hatırlayamadı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Durdu, durdu, sonra saf saf “Adam Amca” deyiverdi. O günden sonra bu kız ve ailesi için bizim oğlanın adı Adam Amca olarak kaldı. Yeniyetmelik çağlarını bilirim Adam Amca’nın. Ailenin en küçük oğluydu. Filinta gibiydi. Kolunun altına sıkıştırdığı kitaplarıyla her sabah okula gidişine, keyifle eve dönüşüne, saçlarını yandan tarayışına, gecenin karanlığında kalbinin sesini kulaklarında duyarken yazdığı sevda yüklü mektuplara şahit oldum. Ne büyük aşktı onlarınki…

   Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı.

                                                       ***

   Dinleyin bakın. Ne ateş böceklerinin cırıltısını, ne kuşların cıvıltısını ne de çatal kaşıkların şen şakırtısını duyabilirsiniz. Derin bir sessizlik hâkim artık buralara. Varın ötesini siz düşünün.

   Ben yoruldum, çok yoruldum…

                                                        ***

   Tam şuram; sağ omzumun üstündeki küçük çıkıntı çok ağrıyor son günlerde. İyice kocadım. Yıllarca taşıdığım radyoyu düşürmemek için direniyorum.

   “Aaah.”
   Çıtırttt…
   “Olamaz!”
   Takkk…
   “Şşşş, Grundig??? Dostum, cevap ver!” Yere düşen radyodan cızırtılı sesler geliyor. Muhayyer Kürdî bir veda sızıyor dudaklarından. Necla’nın yarım kalan şarkısını tamamladığını benden başka kimse duymuyor…

   “Yarınlar, olsa da hoş olmasa da. Paydos!…”

Yorumlar - Yorum Yaz