KIRK ODA

KIRK ODA



Burhan KALE



   Sessizlik. Karanlık… İç içe… Tedirgin edici olsa da… Huzur, ah huzur neden insana güvenin olduğu yerlerde yaşamıyorsun? İnsan ruhunda, yüreğinde Allah’tan bir ışık taşımıyor mu yoksa?

   Mevlana Camisinin yakınındaki parktayım. Kafamdan neler geçiyor, düşünmenin en büyük meziyet olduğunu sanıyordum. İdeal bir dünya için kurgulanmış özelliklerim, duygularım ve hayallerim. Ne yazık ki öyle bir dünya yok! Geç olsa da bunu anladım. Anladım ki son nefese kadar cehalet hüküm sürüyor.

   Bilmenin, öğrenmenin sonu yok. Sonbaharın yaprağı hangi daldan koptuysa omuz hizamdan süzülerek geçiyor, sağ elime düşüyor sarımsı rengiyle. Küçük yaprağa öylece bakakalıyorum. Neden sonra masanın üzerine koyuyorum yaprağı az sonra bir karınca hızla gelip üzerinde duruyor. Kendimi yaprak gibi sağa sola savrulurcasına düşünürken karınca da nereden çıkıyor böyle. Az sonra rüzgâr ne yaprak kalıyor ne karınca. Hayat da böyle değil mi? Dahası var. İşte masanın üstündeki derin oyukları görüyor musun rüzgâr oyukları, yaraları alıp gidebilir mi? Evet dediğini duyar gibi oluyorum. İnanmıyorum sana, kalkıyorum yerimden. Bir başıma yürürken yağmur yağarsa diye yanıma aldığım yağmurluğumu sol koluma alıyorum, elim cebimde yürümeye devam ediyorum.

   Beraber çok yürüdük değil mi fuar yolunda gerçi o zaman yalnız yürüdüğümü sanıyordum. Başımda kavak yelleri esiyordu. Senden haberim yoktu adını duyardım ancak başka yerlerde arardım seni. Nereden bilebilirdim ki bu kadar iç içe olduğumuzu.

   Bir ilan görüyorum; kitap fuarından bahsediyor. Çöl ortasında suya kavuşmak gibi. İlanı takip ederek yürümeye devam ediyorum. Kitapları seversin değil mi?

   Mevlana “Ne olursan ol gel” derken onun davetinin mahiyetini biliyor muydun? Şair “Bana bunu öğretmediniz” derken sana mı diyordu o sözü? Yoksa kıyısında Yunus Emre’nin gezdiği Anadolu’da kandan ve çamurdan rengiyle kaderin akrebin kıskacında yoğurduğu sen miydin? Âşık Veysel’in topraktan bir ses olup “Benim sadık yârim kara topraktır” derken uzun ince bir yolda mı yoksa onun yüreğindeki ışıkta mıydı birlikteliğiniz? Yoksa sen o ışık mıydın? Bir derin hikâyenin ortasında ozanın "Kuzular kurtlara emanettir kadimden beri, Dicle’nin kenarında kurulur ışığın mahşeri," derken…

   İnsanlık bahçesinin en güzel çiçeklerinden olan kitaplar insanlığa tarihin değişik dönemlerinde ışık tutuyor ve insanlığın yolunu hem açıyor hem de aydınlatıyor... Işıktan rahatsız olanlar günü karanlığa boğmaya çalışsa da geceler uzun sürmüyor... Dünya bu, güçlüler zayıfları eziyor... Karanlık ruhlu kimseler aydınlığı pazarlıyorlar tezgâhlarında. Cennetimizde huzurla yaşarken yasak meyveden tatmamız için etrafımızda dolaşan ne kadar çok iblis var. Gece ve gündüz karışmış gibi görünüyor birbirine. Ya herkes kendi karanlık dünyasını resmediyor, yazıyor ve çiziyorsa daha vahimi gerçek budur diye dayatıyorsa diye düşünmeden edemiyorum. İhtiyatlı olmakta fayda var, ışık güneşten değilse!

   Günlerdir seninle konuşuyorum. Lakin hiç mi hiç dinlemiyorsun beni ya da dinliyorsun haberim yok benim.

   Hâlbuki her şeyi biliyorsun. Kaç mevsim geçirdin kaç bahar saklı sende. Nice yaralara merhem oldun kim bilir. Kimi ilmiyle azdı kimi cehaletin kurbanı oldu. Kimi zenginliğe yenildi kimi yoksulluğun altında kaldı ezildi. Cevaplar sende olmalı. Çıktığım yolda yeniyim ben, kim bilir sen kaç defa yolculuk yapmışsındır. Sen değil misin inen Âdem’le Cennetten, Kabil kardeşi Habil’i katledince gözyaşı ile insanı tanıştıran sen değil misin? Nuh’un gemisine ilk binen insanla sen de binmedin mi? Hızır ile yolculuk eden de sensin Hızır kendisiyle kaldığında onunla olan da…

   Kerem’in gönlüne aşk ateşini sen saldın değil mi? Sonra da oturdun izledin o devasa yangını… Hâlbuki biliyorum senin Yunus Emre’ce “Ben gelmedim dava için/ Benim işim sevi için/ Dost'un evi gönüllerdir,/ Gönüller yapmağa geldim” anlayışında olduğunu.

   Ey aşk aşksızların elinde mi kaldın? Aşkın şiir halini unuttun mu? Gönlü aşka uzak olanların diline pelesenk oldun gittin değil mi? Seni de tüketim maddesi haline getirdiler ve anlamsızlaştırdılar kendilerine. Gönlüne düştüğün Kays’ın kaderi oldu kaderin, Mecnun sen oldun âlem ise çöle döndü. Leyla çoktan unuttu Mecnun faslını. Çölün rüzgârda tozu bile kalmadı. Dağları delmek mi hayali dahi yorucu geldi Kerem’e…

   Oysa ben küçük karanlık odamın tam ortasında duruyorum. Belki o karanlık oda bile benim. Ya da içerimde sıkışıp kaldığım dar koridorlarda dolanıyorum. En ufak bir aydınlık kalmamışçasına. Etrafı kırıp geçiriyorum, ağzımdan çıkanı kulağım duymuyor. Bak etrafım dikenli tellerle örülü. Ellerinle dokunamadığına bakma sen, azıcık yüreğine temas etse dokunsan bir nebze kanayacak parmakların ruhunun yarasından.

   Aslında kendimi bitiriyorum. İnsanım, maceram başladığı yerde bitiyor, hiç yaşamamışçasına. Baca dumanı gibi yelin boynuna sıkıca sarılıyorum o kadar. Rüzgâr nereye götürürse.

   Sana ihtiyacım olduğunda ellerimi dizlerime koyuyorum, gözlerimi kapatıyorum neden sonra gözlerini açıyorsun, aman Allah'ım o nasıl gözler bakışların yüreğimi yakıyor ışığın membaına ulaşıyorum.

   Odam birdenbire aydınlanıyor, içim görünüyor kendime. Kanıyor yaralarım gece ve gündüz, zülüflerin savruluyor tel tel. Züleyha bir bıçak da bana veriyor, sapı oymalı tahtadan üzerinde en güzel gül resimleri olan bıçaklardan. Sen Yusuf gibi çıkınca karşıma ellerimi kesiyorum canım hiç acımıyor, farkında bile olmuyorum.

   Sandalım suların sesiyle yol alıyor, mehtabın rayihasıyla yıkanıyor denizler. Acılarım yanımda, birlikte yaşıyoruz ne de olsa geziyoruz aynı sokaklarda. Bunu aklım almıyor, ışığı fazla buluyorum kendime derken bir görünmez el dokunuyor prize. Yeniden karanlığımla baş başa kalıveriyorum. Âlem karanlığa bürünüyor eşya görünmüyor bülbül de gül de bir oluyor. Gözlerimi kapatıyorum karanlık içinde kalıyor karanlığın. İçime gömülüyorum öylece. Gül aşkına çarpan bülbülün küçücük kalbini duyuyorum gülün rengi kokusuna yükleniyor bülbülün diyarına doğru yola çıkıyor bir kervan… Karanlıkta mora çalan renkler beliriyor dimağımda… Gözlerim kapalı kalmıyor artık yavaşça açılıyor işte bakıyorum ufka kısarak gözlerimi, ufukta bir çizgi oluşuveriyor. Işığın kervanı katar katar. Güneşe yol oluyor aşkın ışığı dünya yeniden kavuşuyor aşka.

   Benimle konuşmanı istemiyorum bir yandan da, bunun beni yaralayacağını düşünüyorum. Zaten ben yaralıyım, yaralıdır yüreğim; serçenin kırılan kanadı yaraladı beni, yavrularına yiyecek arayan kedinin acıklı miyavlaması. Güze kavuşan yaprağın hüzne sarılan bedeni düşüverdi ellerime. Hepsini aldım yaramın bir tarafına sardım sonra çocukların gözyaşları ile o gözyaşlarını dindirecek acı dolu yüzleri güldürecek yeni bir dünya kurmak istedim herkes için. Mescidi Aksa’dan insanlığın semasına sevgi yaymak istedim.

   Seni susturmak istiyorum nedense? Ben de herkes gibiyim öyle mi? Seni dinlemek hem de asırlarca içinde biriktirdiğin sırlara vakıf olmak benim kaldırabileceğim bir yük değil ki.

   Düşünmek için "mağaraya" girmeye karar veriyorum. Çünkü senin de bir mağarada geceyi gündüzü bilmeden nefsini hesaba çekerek ıslah ile hakikate erdiğini okuyorum. Ben de içimde kaybettiğimi içimde buluyor olamaz mıyım? Mevlana’yı ziyaret etmiştik hatırlıyor musun? Küçük, dar, karanlık girişi olan odalarda o sevgi membaına nasıl ermiş. Biz şehir şehir geziyor koca dünyada daralıp sıkılıyoruz.

   Caddeler, sokaklar büyük, ihtişamlı binalar ve mağazalarla doluyor. İnsanın değerini kaybettiği bu zamanın bir yansıması yaşantımız. Elde edenler başarılı olanlar geldikleri geçtikleri yolun yol ve yordamının insan tabiatına uygun olup olmadığı sorgulanmadan takdir ediliyor. Alkışlar sahnede kim varsa ona. Bu âlemde yaşama şansımız var mı?

   Gecenin bir yarısından sonra sessizlik kuşatıyor sokaklarını Kayseri’nin. Herkes uykuya sarılıyor kırk yıllık dostuymuşçasına. Sen ne yapıyorsun o sessiz zamanlarda. Işığını ay ile mi yıldız ile mi paylaşıyorsun. Senin de insandan umudunu kestiğin oluyor mu? Kafanda cevapsız soruların var mı? İşin zor gerçekten de çünkü her şeyi bilen kimselerle aynı zamanda yaşıyorsun kime ne anlatacaksın. Seni kim dinler ki? Yine de ümidini yitirme bilgiye, sevgiye ve özellikle de ümide muhtaç çok kimse var.

   Gecenin bir yarısı uyandığın oluyor mu hiç? İnsan bu sessizliğin içerisinde kayboluyor sanki değil mi? Seni sıkıyor muyum yoksa? Ne yapayım ben Kayseri Kalesine âşık bir Kutup Yıldızı değilim... Geceden ilham alıp da şiir yazamıyorum. Çünkü geceye ilham verenlerden olmak istiyorum. Kalemimin ucunda sadece yüreğim duruyor mürekkebim Erciyes’in zirvesinden zaman zaman doluyor.

   Açık mavi demir kapı açılıyor yavaşça, elbisesi yüreğindeki çiçeklerle süslenmiş olan bir kadın bakıyor bir müddet öylece neden sonra anne oğul sarılıyor birbirine. Gecenin bittiğine tanıklık ediyorum. Henüz çocuğum ya habersizim karanlığın gelecekte ışıktan bohçalara sarılı olduğundan. Yıllara giden yollarda gulyabanilerin sıra sıra dizili durduğundan. Bahçedeki dut ağacının dalları arasında oturuyorum dutun tadı harika. Biraz toplamak istiyorum senin için. Seni mutlu etmeliyim fakat hep sen beni mutlu ediyorsun.

   Yine uyanıyorum gecenin bir yarısından sonra bu durum alışkanlık yapmaya başlıyor. Gece siyah yeleli, gözü kara bir at ben de süvarisiyim. Belki de süvari sensin ben ise yol yordam öğretmeye çalıştığın yolcu olmalıyım... Yolda hissettiğim zamanlarım da az değil. "Uzun ince bir yoldayım, Gidiyorum gündüz gece. Bilmiyorum ne haldeyim, Gidiyorum gündüz gece."

   Sabahın sessizliğinin yerini araçların gürültüleri alıyor yavaş yavaş. Yine bir koşuşturmaca başlıyor.

   Eski yıkık dökük bir evsin dış cephen sürekli yenileniyor içine bakan gören var mı?

   Aslında o küçük odalarda saklanan ben miyim?

   Seni yüreğimdeki küçücük odalardan çıkmamakla suçluyorum hâlbuki sen oralarda noktada kâinatı gördüğünü söyleyip duruyorsun, bense nokta kadar bile yer kaplamayan cismimle kâinatı günahlarımla, zulümlerimle dolduruyorum öyle mi?

   Yine de hakkımı veriyorsun değil mi öyle duygular ve med-cezirler yaşıyorum ki seni uzletinden çıkardım, on yıllardır çıkamadığın bir yolculuğa mecbur ettim.

   Belki sen de benim gibisin insanın serüvenini yasak meyveden tadıp da dünyaya indirdiği andan itibaren hissediyorsun. Yoksa yaşayıp gözlemlediğin yok. Sınırlı ve fani bir ömrün var benim gibi. Ben seni başkaları ile karıştırıyorum belki.

   Hatırlıyor musun Aylan bebeği, Ege Kıyılarına vurmuştu cansız bedeni. İnsanın insana zulmü bitmiyor dedirten acı bir olaydı. Aylan bebek minicik elleri ve ayakları ile sanki canlı, uyuyor gibi haldeydi. İnsan bir canavara dönüşmüşçesine. Ekran başında ilk görüntüsünde eskiyen haber oluyor bizim için Aylan’lar. Nerede vicdanımız merhametimiz kalmamış evladımıza bile. Bir incecik perdenin ardına saklanıp duruyoruz. Dünyayı imar ederken insanı ihmal ediyoruz. Gemi karaya oturmuş annesinden dua isteyen bile kalmamış aramızda. Su nasıl yükselecek.

   Yalnızlığını paylaşmanın bir yolunu buluyorsun her defasında. Hayat sürprizlerle dolu, insanlar da öyle. Kendimizi fazlasıyla önemsiyoruz daha doğrusu kendimizden başka bir şey önemli değil bizim için. Başını ellerinin arasına alıp düşünüyorsun öylece. Nerede hata yaptığını anlamaya çalışıyorsun. Sonra "Yalan dünya işte" diyorsun herkes gibi, herkesten farklı olmak için çıktığın yolda.

   Yolumdan gidiyorum kendime bir yol çiziyorum her seferinde. Yolun adabı bu değil mi? Zaman zaman yemyeşil ovalarda yerleşik hayata geçmiş olan mutlu bahtiyar görünen topluluklara rastlıyorum bazen imreniyorum onlara sonra kulağıma üflüyorsun "Yolcu yolunda gerek" diye. Yeniden yüreğimi yükleniyorum, yollara düşüyorum içim buruk gözüm yaşlı... Fakat o da ne Erciyes'in zirvesinden bakınca ovalara, kendinin gün ışığında yaşadığını sananların karanlığını gözlemliyorum ve "Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak, Haykırsam kollarımı makas gibi açarak" diyorum. Bakışların bir kez daha dikiliyor karşıma "Süleymaniye’de bir bayram sabahı" ruhuna eriyorum birken bin, milyon oluyorum. "Kandillere katran döken geceleri" ak düşlerime mayalıyorum ya tutarsa demeden.

   Bir derin hikâye benimkisi ışığı derinliğinde saklı. Yunus Emre gönlümün kıyılarında dolaşıp duruyor. Gönlümü Hakkın nazargâhı biliyorum, eğri bir odun dahi getirmiyorum gönül tekkeme. Düstur edinmişim asırlardır kimsenin eşiğine başımı koymadan yaşıyorum. Yağız atım tutulmuyor sonsuzluğa susamış bencileyin "uzanıyor Asya'dan Avrupa'ya" merhameti resmediyor ay yıldızlı bayrağın altında.

   Birdenbire torbamdaki balık canlanıyor, boylu boyunca karşımda duruyorsun uzun mu desem kısa mı insan mı desem melek mi özlü bir kaç söz söylüyorsun " Gölgeler ışığın askerleridir. Güne bakar karanlığın gözleri. Suların adaletidir med-cezir. Yer; zalimlerin ayaklarını yutmaya tutar, Mazlumların avuçlarında yükselir sema..."

   Anlamaya çalışıyorum düşünüyorum bir müddet sonra sen diye söze başlamak istiyorum bakıyorum gözlerini arıyorum, bulamıyorum yoksun yine... Anlıyorum içimin karanlık odalarına saklanıyorsun biraz gönülleniyorum sonra olsun diyorum bırakıp gitmedi ya, teselli ediyorum kendimi.

   Atım eyerleniyor günün ilk ışıklarıyla yola koyuluyorum yalın kılıç. Terkimde sultanımın fermanı. Velev ki ucunda başım var yerine ulaşacak illaki.

   Erciyes’in zirvesinde kırk mağara var. Her mağarada kırk hazine. Kaç kırkın hırsına gem vurabilir ki bu dünya.

   Işığa açlığını gök besliyor Erciyes’in. Bulutlar gamzesi oluyor ak çehresinin. Eteklerinden öpüyor Kayseri ve Develi biat etmeyen iflah olmuyor asla. Hep kıyamda duruyor Erciyes uzun uzun bakıyor kış ve yaz. Birliğini ilan ediyor Hakkın ve birlikten doğan gücü gösteriyor bir başına. Allah'ın dağı deniyor ona tam anlamıyla. Senin benim Allah'ın kulu olduğumuz manada.

   Merhamet mayamızda var sırtımızı dönemeyiz ki yetime öksüze ardında yerini yurdunu bırakana. Doğru söylüyorsun zulmü kendimize ediyoruz. Böyle gelmiş böyle gider diye düşünmüyorsun değil mi, böyle gitmemeli.

   Dünyaya yeni güzellikler katmalıyım karanlığa teslim etmemeliyim onu iyilik melekleri sadece rüyalarda yaşamamalı yaşadığım şehri bir iyilikler şehrine döndürmem için onların yardımına ihtiyacım var çünkü.