VAKİT ÇOK GEÇ


VAKİT ÇOK GEÇ


Fatma DAĞLI



Hayal kırıklığı mıydı, umutsuzluk muydu, umutlarını canlı tutmaya çalışmak mıydı nefesini tıkayan, bilemiyordu. Uykusuz geçen gecenin ardından, ruhundaki zifiri karanlığa inat doğmaya çalışan güneşe hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bu yüzden yatak odasının perdelerini bugün de aç-mamıştı. Başı avuçlarının arasında, saçları dağınık, dirsekleri şifonyere dayalı vaziyette aynadaki görüntüye boş boş bakıyordu. Kimdi bu yabancı? Bir anda bu kadar yaşlanabilir miydi insan? Saçlarına sessiz sedasız yerleşen beyazlardan başka ne vardı değişen? Daha dikkatli baktı sonra. Gözleriydi değişen, evet evet kesinlikle gözleriydi, kederin derinleştirdiği bakışlardı ona yabancı gelen… Omuzlarına çöken tanıdık ağırlığın etkisiyle ellerini yavaşça şakaklarından yüzüne kaydırdı, boynunu göğsüne doğru büktü ve avuçlarıyla gözlerine bastırdı, ağlamamak için direndi. Başını kaldırıp buğulu gözlerle aynaya tekrar baktığında tenindeki silinmeye yüz tutmuş yara izlerini incelemeye başladı.

Dünyasının başına yıkıldığı “o gün” geldi aklı-na. Omuzlarına yüklenen hayal kırıklarının ağırlığı-na inat koşar adımlarla arabaya nasıl bindiğini, bir anda hızla yola nasıl çıktığını, buğulu gözlerini kamaştıran o devasa ışığın ardından kulaklarında çınlayan metal ve cam seslerini hatırladı. Sonra her şeyin nasıl da sessiz ve ıssız bir karanlığa gömüldüğünü…

O karanlıktan hiç uyanmak istememişti. Aynı kâbusu yeniden yaşamaktan korkuyordu. Gördükleri, duydukları doğru olamazdı. Gerçeklerle yüzleşmek ne kadar da zordu. Yıkılmaz sandığı gururu yerle yeksan olmuştu. Tek bir söz, belki bir kucaklayış her şeyi unutturabilirdi ona. Kendini kandırmaya o kadar da hazırdı aslında. Beklemişti, umutla beklemişti. Ama beklenen gelmiyordu.

“Ne tuhaf” diye düşündü sonra. İnsan teselliyi yine canını en çok acıtanlardan bekliyordu. Hayat öyle beklenmedik bir tokat atmıştı ki… Asla “asla” dememeyi öğretmişti. Kendisiyle baş başa kaldığı her gece neden ve nasıllarla başlayan sorular sormuş ama hep çıldırtan sessizliğin koynunda sabahlamıştı. İçinde kopan fırtınaları gizlemek için her doğan güne yeni bir maske takarak merhaba demişti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi...

“Nasıl bir yükün altında ezilmeye mahkûm ediyorum kendimi” dedi fısıltıyla.

Derin bir ah çekti. Boğazında düğümlenen hıçkırıkları yutkunmaktan, duygularını dizginlemekten yorulmuştu. Gözyaşları yüreğindeki yangını söndürmek istercesine yanaklarından çenesine süzülüyor, oradan göğsüne damlıyordu. Kan çanağına dönmüş gözleriyle vücudundaki beyaz lekelere yoğunlaştı yeniden. Yara izlerinin üzerinde hafifçe gezdirdi parmaklarını. Bir şey dikkatini çekti. Hiçbiri bir diğerine benzemiyordu. Tıpkı kar taneleri gibi…

Zihninde bir şimşek gibi parıldamıştı kar taneleri.

“İnanılmaz!” dedi heyecanla. Çocukluğuna, ilk gençlik yıllarına gitti düşünceleri. Kar yağdığını görür görmez dışarı fırlar, kollarını iki yana açıp evlerinin bahçesinde döner durur, dilinde eriyen kar tanelerinin biriktirdiği o serin mutluluğu yudumlardı iştahla.

Kendine geldiğinde ayaktaydı, dili dışardaydı ve odanın içinde dönüp duruyordu. Yıllar var ki böylesine bir coşku hissetmemişti. Çok sürmedi mutluluğu. Gerçek dünyaya döndüğü anda dudaklarındaki çocuksu gülüş yerini hüzünlü bir ürpertiye bıraktı. Yalnızlığın yüreğinde yaktığı kavurucu ateşi hissettiğinde gözleri nemlendi.

Düşündü.

Sırtını yasladığı ve hiçbir zaman yıkılmayacağını sandığı bir duvarın enkazı altında nefes almaya çalışmak ne kadar doğruydu? İnandığı, güvendiği ne varsa nasıl da bir anda kayıp gitmişti avuçlarından. Son bir umutla elinde kalanlara, kaldığını düşündüklerine sarılmıştı sıkıca. Gerçekleri kabullenmek, hayatına kaldığı yerden devam etmek, gitmesine izin vermek istemediklerinden vazgeçmek olmayacak mıydı? Pekiyi vazgeçmeye hazır mıydı?

Yavaşça pencereye doğru ilerledi. Zarif parmaklarıyla perdeyi araladı. İçeriye sızan ışığın parlaklığından kamaşan ela gözlerini kıstı. Bu olabilir miydi gerçekten? Kar mı yağıyordu? Heyecanla perdeyi yana kaydırdı. Pencereyi sonuna kadar açtı. Kafasını uzatabildiği kadar dışarı uzattı. Teninde tatlı sert bir his bırakan serin havayı -eski bir dostun kokusunu çeker gibi- özlemle çekti ciğerlerine. Her yer bembeyazdı. Hayranlıkla seyrediyordu kar tanelerinin “ak güvercinler” gibi nazlı süzülüşünü. Ne kadar da özgürdüler… Ellerini uzattı. Samimi davetine icabet eden kar taneleri pembe avuçlarına düşüyor, eriyip hemhâl oluyorlardı onunla. “Asalet ve masumiyetin, tevazu ve şefkatin böylesine tezahür edebileceği bir renk daha olamaz herhalde” diye geçirdi içinden. Sonra bakışları yere kaydı, uçsuz bucaksız beyaz bir yorgan uzanıyordu önünde. Yağan her kar tanesi sanki toprağın bağrında açılan yaraları şefkatle örtmüş, dinlenmesi için onu derin bir uykuya yatırmıştı. Tabiat yeniden başlamak üzere adeta kendisini temize çekiyordu.

Düşüncelere daldı yeniden…

Ansızın yağan beyaz mutluluğun bir sebebi olmalıydı mutlaka. Soğuk varlığının altında gizlenen merhametiyle yalnızlığın üşüttüğü ruhunu sarıp sarmalamaya mı gönderilmişti ötelerden? Artık affetmeye, affedip özgürleşmeye hazır mıydı? Yüreğindeki ani ferahlığın, ruhundaki dinginliğin nedeni bu olabilir miydi? Gülümsedi. Şükran dolu bakışlarını gökyüzüne çevirerek “Teşekkür ederim“ dedi fısıltıyla. Artık kararlıydı.

Onun da hayatını temize çekme vakti gelmişti.

Ufkun namütenahi yerlerine daldı gözleri… İçinde huzurla kederin kalbini titrettiği segâh bir beste çalıyordu sanki. Dudakları “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç…” dizlerini mırıldanırken yanaklarından süzülen son damlaların eşliğinde çalışma masasına yöneldi. Çekmeceyi açarak bir kâğıt çıkardı özenle. Dolma kaleminden sızan siyah mürekkep beyaz zemin üzerinde kara gecelerin izini bırakırken şu satırlar belirdi yavaşça:

“Sana yücelerden daha yüce bir sevgi, de-rinlerden daha derin bir kırgınlıkla veda ediyorum. Hoşça kal…”