BU YÜZDEN HER GECE BEN

BU YÜZDEN HER GECE BEN, HER GECE, ÜZÜLMÜŞÜM


Mustafa YILMAZ



"Yazmak, bir şeyde başarısız olmanın en iyi yoludur. Bunu biliyorum çünkü her gün başarısız oluyorum" (Fernando Sdrigotti, Yazmanın Lüzumsuzluğu Üzerine)



Yazmasak ölür müyüz veya delirir miyiz? Sanmam. Hem Sait Faik değiliz, hem böyle şeyler yalnızca şiirlerde olur. Delireceksem yazarak da delirebilirim.

Kafamızda buhar gibi uçuşan kavramları, sahneleri, hisleri paylaşmak istediğimizde somutlaştırmak zorunda kalıyoruz. Konuştuğumuz, rüya gördüğümüz dilin sözcüklerine dönüştürmemiz ve deli sayıklamaları olmaması için belirli bir düzen içine sokmamız gerekiyor. Net sınırları olmayan, birbirinin içine dolanmakta olan ve her an hareketine devam eden bu parçaları öncelikle donduruyoruz. Buz kesiyorlar. Ağırlaşıyorlar ve kırılganlaşıyorlar. Sonra bu köşeli kalıpları kullanarak yuvarlak hatlara sahip, gösterişli, ilham verici binalar ve anıtlar dikmek için didiniyoruz. Hata payı başından belli bir iş bu. Yani aktarımda yaşanacak zayiat için bir yol kazasına falan ihtiyaç yok.

Yazmak böyle bir şey. Peki, felsefesi nedir bu işin? Niye yazıyoruz? Basit; bilinmek için. Hiç kimse tarafından okunmayacak kâğıt parçalarına veya kıyıya köşeye yazdığımız yazılarda bile derinlerde bu arzumuz yatıyor. Hatta bilinç düzeyinde farkında olmasak da yatıyor. Böyle durumlarda, yazdıklarımızı, göksel bir kucak tarafından anlaşılmak fantezisi tetikliyor. Ortada bir durum var ve biz kâğıt üzerinde kayan kalemimizle yapısı ve üyeleri belirsiz bir mahkemeye bir dilekçe dolduruyoruz. Aslına bakarsanız, bu delice çabayla, insanların okuması için iş edip bir şeyler yazmak -yani normal yazarlık- arasında umutsuzluk bakımından pek bir fark yok. Maalesef durum böyle.

Her şeyden önce, bir kral çıplak oyunu hâlihazırda sanatı kuşatmış. Edebiyat da bundan azade değil. Nitelik-bilinirlik ilişkisi çok karmaşık bir denkleme bağlı. Ve bu ilişki hiç de doğrusal değil. Her şey bir kartopu etkisine bakıyor. Bu zorlu aşamanın bir şekilde aşıldığını düşünsek bile karşımıza başka ve kesinlikle daha büyük bir uçurum çıkıyor: Anlaşılmak. Öyle ya, yola bilinmek arzusunun peşinde çıkmıştık. Dananın kuyruğu kopacak mı? Peşin söyleyelim, kopmayacak. Anlaşılmak bir kızıl elmanın ötesine geçemez yazar için. İster her şeyi tane tane, baygınlık verecek kadar açık anlatsın, isterse insanların hassas yerlerini tetikleyecek iyi planlanmış kapalı cümleler kullansın. Sonuç değişmeyecek. Değişmeyecek çünkü şimdi elma dediğimde zihinde canlanan elma bile kişiye özeldir.

Görüldüğü üzere, samimi bir yazar için, niye yazdığının ve nasıl yazması gerektiğinin peşindeki insan için çok umutlu şeyler söyleyemiyoruz. Zihinde bıraktığı tat anlamında Schopenhauer'in aşk üzerinde söylediklerinden farklı değil. Zaten yazar bunun farkındadır. Ama diğer tarafa baktığımızda, aslında planını faydacılık üzerinden kuran bir yazar için de hava güneşli değil. Onun yaptığı iş, belirli bir plan dâhilinde, inanmadığı ve angarya gördüğü bir işi yapmak ve kendi iç dengesini bozmaktan ibaret. Sürecin sonunda ürün ve geri-dönüş anlamında başarılı olsa da kendinden uzaklaşarak yapabiliyor bunu. Kendini satıyor, sattıkça eriyor.

Yazmanın umutsuz bir iş olduğunu, biraz yumuşatırsak verimsiz bir iş olduğunu görebiliyoruz ama yine de devam ediyoruz. Saçma mı? Hayır. Bir gün öleceğini bilen tek canlı olan insan aklını yitirmeden günlük işlerine devam edebiliyor, hiç ölmeyecekmiş gibi davranabiliyorsa bu niye saçma olsun ki?