EŞİKTEN ATLAR İNSAN

BAZEN DAHA FAZLADIR HER ŞEY, BİRKAÇ EŞİKTEN ATLAR İNSAN

Mustafa YILMAZ


"Ne kadar çok yalan söyledin! Binlerce kez, hatta şiirlerinde ve kitaplarında, uyumlu adamı oynadın, bilge adamı, mutlu, aydınlanmış adamı; tıpkı savaş alanında hücuma kalkan adamların midelerine kramplar girerken kahramanı oynaması gibi" (Hermann Hesse)


Başlangıçta söz vardı. Sonraysa benim küçük bedenim vardı. Ansiklopediler ve çizimleri vardı. Yeşil yağlı boyayla boyanmış, sunta arkalıklı, rutubet kokan, düzensiz kitaplık da hala zihnimde detaylarıyla duruyor. Karıştırmak, sonra başkasını alıp karıştırmak, kapaklar, bazılarındaki çizimler, bazen anlamadığım şeyler, hayretler, merak duygusu... Böyle şeyler vardı işte. Ve dünyamı, küçük mahallem, çam ağaçları altındaki banklar, toprağı eştiğimde ortaya çıkan hayat kokan solucanlar, tanıdığım birkaç yüz ve oyun oynadığım boş arsadan genişletmeye başlatan ve henüz tanışmamış olduğum belirsiz bir sise açan o tanımsız şey vardı. Beni dünyaya açan bu günlerle birlikte okumanın ve öğrenmenin peşinde bir yürüyüş de artık başlamıştı. Bu, kesintisiz ve tekdüze olmayacaktı. Eşiklerden atlayacaktım ve her seferinde, aslında aynı olan dünyanın farklı boyanmış halleriyle karşılaşacaktım.

İlk gençliğimde kitaplara karşı düpedüz bir açlığım söz konusuydu. Okul çıkışı doğruca kütüphaneye yürürdüm. Önemli bir vazifeyi ifa ediyor veya büyük bir iş başarıyor gibi bir kıvançla değil, dirimin güdümünde, gençliğin güdümünde, öylece doğal bir akıştı. Değişen ve değişmekte olan bedenin hızına yetişemeyen ruh o yaşlarda çok obur olur. İnsanı kursağına sokacak bir şeyler aramaya iten tatlı karıncalanmalar yaratır. O döneme yıllar sonra baktığımızda anlam veremediğimiz enerjinin ve tökezledikçe hiçbir şey olmamış gibi en ufak bir bıkkınlık göstermeden devam eden arayışın kaynağı bu olsa gerektir. Bıkmak henüz lugata girmemiştir.

Bilirsiniz, yetişkinleri kabuk tutmuş sıkıcı pelteler gibi düşündüğüm günlerdi. Sıradan (neye göre sıradan) insanların alayına karşı bir çeşit cephe açmış gibiydim. Allame-i cihan, bıyıkları yeni terlemiş, yaya bir komutanın idare ettiği komik bir savaş. Hedefimde değirmenler değil, neredeyse insanların tamamı vardı. Ama İnsanları apaçık küçümsemekteyken, ellerimde tuttuğum sayfaları yazan insanlara karşı düşmanlık şöyle dursun, sonsuz bir hayranlık içindeydim. Onlara ölümüne inanıyordum. Her fikir yüce geliyordu. Topluma, insan kalabalıklarına attığım küçümser bakış ve kitap formundaki fikirlere ve müelliflerine yüklediğim yüksek anlamı düşündüğümüzde, ortada apaçık bir çelişki vardı.

Filmi burada biraz hızlandırıyoruz. Ruhsal büyümenin sancılarıyla yol alıyordum herkes gibi. Hayatın aniden önümüze çıkardığı sürpriz sapaklar ve açılacağı belli olmasına rağmen ardından nasıl bir heyulanın çıkacağını bilmediğimiz kapılar bizi büyütüyor ve bizi değiştiriyordu. Bu süreç kâh kentli refleksleri ve birtakım kitaplarla paralel, kâh onlardan bağımsız göçebe bir serüven olarak devam etti. Bu esnada okumak git gide biçim değiştiriyordu. Okuduklarımın çok fazla değiştiğini sanmıyorum ama meseleye yaklaşımımın değiştiği çok açıktı. İlk gençlikte tesirini hissettiğim beylik laflar, insanı kenarda tutan geniş perspektifler, soğuk ve kaba romantizm gittikçe uzaklaşıyordu. Bunları aramıyordum artık, hayır. Belki bunun ardında, genç gözlerimle her şeye attığım idealist ve saf bakışı sessiz bir duvar gibi emen ve benim umudumu kıran hayat gerçekleri vardı. Daha basit ifadeyle; tosladım. 

Yıllar önce açtığım ve komutanlığını sürdürdüğüm cephede işler değişmişti. İnsana yaklaştığımı hissediyordum. Onu, dolayısıyla da içimde ben diyeni, tüm zayıflıklarıyla ve içindeki gerçeklikle sevmeye başlamıştım. İşler değişmişti ve şaşmaz önderler olarak gördüğüm ve anlamsız bir inançla yürekten inandığım yazarlara ise neredeyse düşmanlığa yakın bir bakışla bakıyordum artık. Güzelliği bir neo-klasik tablo yerine yaprakları dökülmüş bir elma ağacında görmek arzusundaydım. Sanatın, bilhassa söz sanatlarının buyurganlığı ve soyutlamalarından hiç hoşlanmıyordum. Hatta bir ara bu, mide bulantısına vardı. 


Sonra bu yönlü yaklaşım da anlamlı gelmemeye başladı. Genç saçlarıma düşen ilk aklarla aynı zamanda olabilir, ki bu epey şiirsel olurdu, yaşamın yol bulmaktan ziyade yolun kendisi olduğu düşüncesi yer etti içimde. Öylece çözümü olan bir problem değildi yaşamak. Çünkü insanoğlu daha neyin problem olduğunu kavrayamayacak kadar acizdi. Beylik laflar söylemek, kaba yaklaşımlarla açıklamak, bir şeyleri kestirip atmak için fazla karışıktı hayat. Bununla birlikte, bu haşyet doğuran devasa planın içinde ayaklarımızın altında sağlam bir zemin oluşturmanın tek yolu bilgelikten ve sanattan geçiyordu.

Yani okumak bir kavrayış olarak, kerameti kendinden menkul bir iş olarak değil, insanla ve hayranlık uyandıran şeylerle kesiştiği zaman yükseltiyordu bizi. Bir duvarın ardını görmekti kuşkusuz ama duvarın ardında ne vardı? Biz bunu görmeye hazır mıydık?