GÖRMENİN İMKÂNSIZLIĞI ÜZERİNE


GÖRDÜKTEN SONRA GÖRMEMİŞ GİBİ
YAPMANIN İMKÂNSIZLIĞI ÜZERİNE





Mustafa YILMAZ




   Bilindik anlamlarıyla sorumluluktan kaçış üzerine söylenebilecek sözlerin çoğu söylenmiştir elbet. Köpek olsak, ödevlerden ilk kaçışımız amonyak kokulu olurdu ve ödev bilinci maceramız da burnumuza vurulan rulo edilmiş gazetenin şaşkınlığıyla başlardı.

   SorumluluklardaN kaçmak sorumsuzluk mudur? Yoksa bunu yüksek bir sorumluluk algısının neden olduğu bir çıldırma hali mi telakki etmek gerekir? Yani demlenmekte olan bir sıkışmışlık, çözümsüzlük, sessiz isyan kazanının havaya uçmasından bahsediyorum.

   Paydaşların kahir ekserisini üzen bu menfur fiile yani sorumluluk cephesinin terkine biçilecek cezadan önce -artık kurşuna mı dizerler, rütbe mi sökerler- bu savaşın irdelenmesi lazım gelir sanki. Savaşın, cephelerin, askerlerin, mühimmatın... Her şeyden önce asker, yiğit kimdir? Ne için savaşmalıdır?

   Yüksek önem atfettiğimiz görevlerimizin pek çoğunu, gittikçe bulanıklaşan dünyamızdan yalıtılmış olarak değerlendirebilmemiz mümkün değil. Dolayısıyla taşıdığımız suyun kurumuş köklere mi yoksa bir trajedi yaratmak üzere köstebek yuvalarına mı aktığını kestirebilmek güç. İlk şüphe, terkini ayıp saydığımız sorumlulukların bizzat kendisinden olsa çok yanlış olmaz. Sonra şüpheci bakışlarımız kendimize yönelecek elbette. Kendimizde saf, katışıksız olmayan, marazlı haller olduğunu göreceğiz. Artık cephe de asker de kutsallığını kaybetmiştir.

   Sorumluluk, vücudun büyümesine ruhun yetişemediği yıllara kadar elle tutulur, yadsınamaz iz düşümlere sahipti hayatımızda. Ödev yapmak, ekmek almak, kuşun yemini vermek gibi net uzantılar olarak bizimleydi. Ne için yaşadığımız belliydi. Ne için savaştığımız belliydi diyemeyeceğim çünkü bir savaş yoktu. O yıllar, travmatik maceralar yaşansa, kötü biletler farklı büyüklükte ikramiyeler olarak ansızın avuçlarımıza tutuşturuluyor olsa bile uyumlu kalabildiğimiz yıllardı.

   Tarihsel olarak insanoğlunun uyumsuzluğu ilk nerede başladı; buna cevap vermek güç. Ama insanlardan bir insan olarak bizim uyumsuzluğumuz, tam olmaya başladığımız zaman başlıyor. Birçok farklı ırmakta yıkanmaya başlıyoruz birden. Irmaklar devamlı değişiyor. Meseleyi çözebilmek için su kaynağı sayısından bir fazla denkleme ihtiyacımız var. Var ama ötesi berisi mezura kabul etmeyen bir yığın olarak duruyor dünya. Bir melek kimsenin alnını sıvazlamadan bir ipucu vesaire gelmiyor bir yerlerden.

   Yapılması gerekenden kaçmayı sağlayan çılgınlık hali de işte bu iç karartıcı noktadan besleniyor. Kâğıda çizilmiş bir bıçak kimseyi korkutmaz. Ama üçüncü boyutla hacim kazanır, dördüncü boyut olan zamanın yardımıyla da harekete geçerse reddedilemez bir panik yaratır. Kişi, meseleleri ne kadar fazla boyutta ele alır, ne kadar fazla denklemi görmeye başlarsa, bu ağırlık altında ezildiği anların birinde o kaçış butonuna basması o kadar kolaylaşır. Gördüğünü görmemiş gibi yapamaz hiç kimse.

   Atlas'ın silkinebilmesi için; önce omuzlarında bir dünya taşıdığına inanması, sonra da bir zaman o dünyayı bir an olsun yüklenecek gözü karalığa sahip olması gerektir. Yükün ağırlığına saygı duymayan, o yükü tüm mahiyetiyle kavrayıp ona inanmayan insan bir sorumluluk taşımıyordur aslında. Ağzında bayağı bir ıslıkla bir şeyi itekliyordur. Veya itekleniyordur.

Yorumlar - Yorum Yaz