DERGİ OLABİLMEK



DERGİ OLABİLMEK



Selim TUNÇBİLEK




   Edebiyat sahasında dergi çıkarmaya karar vermek sanırım hiçbir zaman enine boyuna düşünülerek alınmış bir karar olmuyor. Her şeyden önce haklı, köklü, kapsamlı düşüncenin ürünü olmayınca, daha başlangıçta dergi fikri, ayakları sağlam olarak yere basmayan insan durumuna düşüyor, topallı-yor. Bir dergi çıkarma düşüncesinin en ateşleyici zemini heyecana gelip dayanınca, o rüzgârın önünde derginin nasıl şekilleneceğini de heyecanlar belirliyor. Her dönem aynı heyecana uyanmayan zaman, doğruların fısıltılarını heyecan sahiplerine duyurma-ya çalışıyor. Zaman içerisinde çıkış gerekçelerinden uzaklaştıkları bile oluyor. Hatta ilk çıkış gayelerinden daha da uzaklaştıkları görülüyor. İlk sayıları farklı amaçlara yelken açan dergiler, aylar ilerledikçe kendilerini farklı, üstelik istemedikleri limanlarda bile bulabiliyorlar. Bu düşüncemize dergicilik tarihimizde sayısız örnekler bulunabilir.

   Dergilerin nereye yol aldıkları kadar nasıl yol aldıkları da kimi zaman önemli hale geliyor. İşin başında, ‘nereye yol almak istediği’ bir plan dâhilinde oluşturulmadığı için aylar içerisinde ‘yolunu’ bulabileceği ümidi diri tutulmaya çalışılıyor. Kendi yolunu işin başında doğru çizen dergiler daha uzun soluklu oluyorlar. Planlayarak dergi çıkarmak işin ciddiyetiyle doğrudan ilişkili. Söyleyecek sözü olan herkesin dergi çıkarma yolunu tercih etmesi dergilerimizin daha uzun soluklu olmalarını engelleyen sebeplerin başında geliyor. Sözün öneminden ziyade söz söyleyenin önemli oluşu başka bir hastalığımıza işaret olsa gerek.

   Dergi çıkarmak bir kahramanlıktır. Anadolu’da dergi çıkarmak İstanbul’da dergi çıkarmaktan daha fazla veya daha az kahramanlık içermiyor. Kahramanlık nerede yapılırsa yapılsın kahramanlıktır. Burada kahramanlığın mekân tercihi, beslenme kaynaklarını tercihle doğrudan alakalı. İstanbul bu sebeple beslenme kaynaklarını çeşitlendiren doğru bir tercihe sahip. Beslenme kaynaklarındaki çeşitlilik dergi çıkarma kahramanlığının daha görünür olmasını sağlıyor. Bu kahramanlığı Acemi Kalemler Dergisi 12 sayıdır sürdürüyor. Önemli olan kahramanlık yapmak mı yoksa kahramanlığın fark edilir cinsten olması mıdır? Fark edilme noktasında taşranın şanssızlığı başlangıçta ufka konulmuş yumurta görüntüsüdür. İçerik bu yumurtanın büyüklüğünü ayarlayacakken zamanla alışkanlıklar içeriği esir alıyor ve yumurtanın ufuktaki görüntüsü hiç değişmiyor. Birbirinin tekrarı yazılar ve düşünceler ile geçen yıllardan öte söylenmiş çok fazla bir şey bulamıyorsunuz. Nerede çıkarsa çıksın on, on iki sayısını ele aldığınız bir derginin yeni sayıları merak ve ilgi uyandırmaktan oldukça uzaklaşıyor. Sonraki her sayı bir önceki sayıların ya daha dar ya da daha geniş olarak ele alındığı konular olarak karşımıza geliyor.

   Dergilerin bir başka hastalıkları ise kendilerini hayata konumlandırış biçimlerinde yatıyor. Siyasal düşüncelere paralel edebi alışkanlıklar benzer dergilerin zaten az olan okuru paylaşma gayretlerinden öteye geçmiyor. Kendini; millî, manevî değerlerimiz çerçevesinde eserler sunan dergi olarak tanımlayan-lar ile hayatın içinde her alanda edebiyatın varlığını iddia eden dergilerin birini takip etmek, bütün bu iddia sahiplerini takip ediyorum sonucunu doğuruyor. Zira kimsenin diğerinden farklı bir sözü ortaya çıkmıyor. Dolayısıyla dergilerimiz asıl itibariyle kendi mecrasında bir dergiler kümesi ile onların alt küme-lerinden oluşuyor. Diğer bir söyleyişle asıl kaynakların alt fasikülleri şeklinden öteye geçmeyen yayın anlayışına boyunlarını gönüllü uzatıyorlar. İşin tuhaf olanı bunun dışında bir oluşuma bütün taraflarca top yekûn tavır konulması. Asıl kahramanlık bu ve bu da ıskalanınca geriye kimsenin anlatacak bir şeyi kalmıyor.

   Binlerce yaşanmış tecrübeye rağmen dergiler çıkmaya devam ediyor ve edecek. Her yeni çıkan yayın yepyeni ümitleri getirip ellerimize koyuyor. Zamanla ya ümitler daha da büyüyor ya da yeşer-meden, çiçek dahi açmadan soluyorlar. Daha da ilginci yepyeni ümitlerin tomurcuklarını oluşturuyorlar.

   Yeni çıkan her derginin söyleyecek bir sözü mutlaka oluyor. Bu sözü söyleme zorluğunu sayfalarında yaşasa da hep söyleme çabasıyla didinip duruyorlar. Lakin kimi dergilerin daha sözün başında ne söyleyeceğini veya nasıl söyleyeceğini kendini ikna edemeden, kekeme insanlar misali sözünü tamamlamadan ömürleri bitiveriyor. Kendilerini anlatmaları aslında en doğru yöntemken anlatamadan nefesleri tükeniyor. O nefesin, devasa ormanlıkta yeni baş gösteren filizlerde yaşayacağı ümidini kaybetmeyi de hiç istemiyorlar. Küçük filizlerin ancak çok azı ormanlıkta fark edilebilir hale gelince tek tesellileri onlar oluveriyor. Yahya Akengin, Hisar’ın kalan filizlerinden biri değil mi?

   Birkaç dergi tecrübesini ve heyecanını ben de derinden yaşadım. Sanırım bunlardan bazılarının hikâyesini kısmen de olsa paylaşmak önem arz ediyor. Bu anılardan ilki sahipliğini yaptığım Öncü Edebiyat’ın çıkışıyla ilgili. Kimi zaman da dergilerin çıkışlarında kaderleri kendi ellerinde olmuyor. Öncü Edebiyat böyle bir dergiydi. M. Fatih Köksal, Adnan Büyükbaş, Nevzat Özkan, Rahmetli Ümit Fehmi Sorgunlu gibi muhterem dostlar dergi çıkarmak için birkaç toplantıda bir araya gelmişler. Son toplantı olan M. Fatih Köksal hocanın evine Benim bu dergi teşebbüsünün dışında kalmam içlerine sinmediği gerekçesi ile beni de belki de usulen davet ettiler. İcabet ettim. Dergi tartışması sabahın ilk saatlerine kadar sürdü. Derginin çıkış yazısı hep birlikte kaleme alındı. Bu metnin benim tarafımdan postaya verilmesi kararlaştırıldı. Ben de arkadaşların kararlarına uyarak metni hemen postaya verdim. Bu mektup ülke geneline saygın yaklaşık iki yüze yakın seçkin isme gitti. Arkadaşlar örnek sayı dediğimiz ilk sayı için on beş yirmi gün içerisinde dizgi için ürünlerini vereceklerdi. Süre geçti; yazılar gelmedi. Ay geçti; yazılar yine yok. Oturup tek tek hepsini aradım. Anlaşılması şimdi dahi mümkün olmayan mazeretler ile dergiyi çıkarma kararı alan arkadaşlar dergiye yazı vermediler. Böylece Öncü Edebiyat dergisini çıkarmak, son toplantıya hasbelkader iştirak eden benim üzerime kaldı. Ben ise matbaanın bir yıllık baskı parasını ödemiştim. Böylece Öncü Edebiyat işin başında benim tasarlamadığım ama sonuç itibariyle benim kucağıma bırakılmış bir dergi olarak doğdu. Kısa süre sonra da arzuladığım doğrultuda nitelik gelişmesine kapalı kalacağı düşüncesiyle yayına ara vermek zorunda kaldık. Doğuşu böyle başlayan bir derginin uzun soluklu olması beklenemezdi zaten. Asla maddî sebepler nedeniyle kapanmadı Öncü Edebiyat. Burada ifade etmek istediğim; pek çok derginin maddî sıkıntılarından daha derin ve farklı sıkıntılarının olduğudur. Dergiler kapanırken izah edebildikleri tek sığınak ‘maddî imkânsızlıklar’ açıklaması oluyor. Zira bu ifade herkesi rahatlatan ve temize çıkaran, üstelik suçun üçüncü şahısların yani okurun üzerine atıldığı en kolay, anlaşılabilir açıklama oluyor.

   Berceste’ ye gelince onun hikâyesi daha farklı. Üstte verdiğimiz ana düşünceyi besleyen emareler onda da mevcut. İlk olarak Vedat Ali Tok, Mustafa İbakorkmaz, İbrahim Şahin, İsmail Doğu gibi üç beş arkadaş bir araya geliyorlar ve her sayı başka bir arkadaşın sorumluluğunda hazırlanmak şartı ile Berceste’ye vira bismillah diyorlar. Bizler dergiye daha sonradan dâhil olduk. Sonra dostların tevec-cühü ile bir dönem yazı kurulunda yer aldık. Yazı kurulu toplantılarında Berceste’nin daha kuşatıcı bir yayın politikası için kendimizi ve dostlarımızı gereksiz yere kırdık ve yıprattık. Her şeye rağmen alışkanlıkları değiştirmek mümkün olmadı. Biz sonra dışarıdan yazı olarak destek vermeyi sürdürdük. Dergi belli arkadaşların omzunda 100. sayısına geldi. Yapılanları küçümsemek haddimiz değil. Berceste istikrarlı yayını ile her türlü takdiri hak eden bir dergi oldu. Daha da güzel ve etkili yayın yapma şansı her zaman için var ve bu potansiyele şehrimiz sahip. Gönül isterdi ki Berceste şehrin bütününü ülke geneline taşıdığı gibi yurt genelinde de edebiyat gündemini belirleyen noktada olsun. Yaşayan edebiyatın gündemine dair söyleyebileceği daha geniş sözleri olsun. Matbaa kalitesi son derece geniş. Baskı kalitesi güzel. Keşke dergi ilk tasarlandığı gibi her sayısı bir arkadaşın sorumluluğunda yol alsaydı. Bu uygulamadan da güzel sonuçlar çıkabilirdi. En azından bir farklılık içerirdi.

   Yayın hayatına devam eden dergilerin en çetin problemlerinden biri de; yazan arkadaşların her sayıda mutlaka gözükmek yerine daha kalıcı ve toplumsal derinliği açık, uzun soluklu, hayatımızda etkileri ve nitelemeleri kalıcı olabilen yazılar kaleme almayı daha sağlıklı olarak görememeleri denilebilir. Dergilerin bu sıkıntıdan kurtulabilmeleri oldukça zor. Okumadan yazan kimi çevreler bunun hiç fark edilmeyeceğini sanabilirler. Zaman pek çok vakanın ilacı olduğu gibi bunları da süzgecinden geçirecektir. Burada yazanın görmesi gereken ‘Uzun yıllar sonra da okunursa bu eser okuyanda hâlâ kalıcı bir tesir bırakır mı?’ sorusuna verdiği ‘evet’ cevabı olmalıdır. Bu cevap evetse yazan onu yayıncıya vermelidir. Yayıncı da eğer bu cevabı doğruluyorsa okuduğu metni yayınlamalıdır. Sayfa boş kaldı şunu da buraya sıkıştıralım, yaklaşımı kimseye bir şey kazandırmıyor. Pek çok derginin okunur olmaktan uzaklaşmasının altındaki gerçek nedenlerden biri de budur.

   Kendim yazmayı bir ihtiyaç olarak gördüm ama yayınlamayı her zaman ihtiyaç olarak görmedim. Bana yazmamak sıkıntı verdi ama yayınlamamak hiç sıkıntı vermedi. Yayınlamak daha çok dostlardan gelen baskılarla oldu. Kimi yazar arkadaşların yazdıklarını mutlaka bir dergide hemen yayınlatma heyecanı dergilerin niteliklerinin azalmasına yol açan Saiklerdendir. Yayıncı, yazara ne zaman yazdığını sormalı mı bilmiyorum. Yazarın üründen uzun soluklu uzaklaşmadan bir dergiye veya yayıncıya koşması bana pek de sağlıklı gözükmüyor.

   13. Sayısından itibaren a∙Kalemler olarak yoluna devam edecek olan dergimiz bütün bu deneyimlerden ders alarak çıkmakta ve yoluna bu deneyimler ışığında devam edecektir. Bu önemli birikimdir.

   Sözü çok fazla uzatmış da olabiliriz. Bu yazıyı okuyanın göz ardı etmemesi gereken son bir söz söylemek istiyorum. -Hiç unutmamamız gereken de sanırım bu olgudur- O da dergilerin bu problemleri ile ancak dergi olabildikleri gerçeğidir.