IŞIKLARI SÖNDÜRÜN



IŞIKLARI SÖNDÜRÜN


Fatma DAĞLI



   Zülal, her gün olduğu gibi hasret kaldığı günbatımını seyretmek için yeşil banktaki yerini almıştı. Üzerinde ayaklarına kadar uzanan, çok sev-diği, pamuklu beyaz elbisesi vardı. Kumral saçlarını özenle ensesinde toplamıştı. Etkisini hala kaybet-memiş olan güneşten korunmak için, üzeri çiçek desenli ekru şemsiyesini açtı. Meltem esintisi alnında ve boynunda biriken ter damlalarını zarif bir şekilde buharlaştırıyor, tenine huzur verici bir serinlik yayılıyordu. Beyaz bir Labrador olan Kömür, Zülal’in yanı başında duruyor, gözlerini sahibinin gözlerine dikmiş, kuyruğunu sallayarak ayakta bekliyordu. Zülal, köpeğinin tasmasındaki büyük tutacağı çıkardı. Artık özgürce hareket edebileceğini anladığı halde oradan uzaklaşmayarak Zülal’in çevresinde neşeli birkaç tur atan Kömür, kıvrak bir hareketle banka sıçradı ve tısıldayarak güzel sahibinin hemen yanına oturdu. Zülal başını yavaşça sağ tarafa çevirerek kolunu onu yalnız bırakmaya gönlü elvermeyen vefa timsali Kömür’ün boynuna doladı. Yüzüne yayılan sıcacık bir gülümsemeyle sadık dostunun beyaz tüylerini okşarken yüreğinin derinliklerinde bir sızı hissetti. Şimdi Kömür’le birlikte aynı tarafa -denizin ufukla birleştiği noktaya- bakıyorlardı. Hatıralarını dev ekranda seyretmek için buradan daha güzel bir sinema perdesi olamazdı. Derin bir iç çekti. İşte film başlıyordu…

   Beş yıl önce dinlenmek için geldikleri bir ta-til sırasında keşfetmişti bu huzur dolu beldeyi. Büyük şehirlerin kasvetli gürültüsünden ve karmaşasından uzak, sakin bir sahil kasabasıydı burası. Kaldırıma sıfır giriş kapıları olan bir veya iki katlı müstakil evlerin sıralandığı Cennet sokağında dolaşırken, penceresinde satılık ilanı bulunan beyaz boyalı bu köşk yavrusunu ilk gördüğü anda içini sıcacık bir duygu kaplamıştı. Üstelik evin sardunyalar, akşam-sefaları ve hanımelleriyle donatılmış küçük bir arka bahçesi de vardı.

   “Bu ev benim olmalı!” diye geçirdi içinden. Hiç vakit kaybetmeden ilanda yazan telefon numa-rasını aradı. Yaşlıca bir kadına ait olduğu anlaşılan titrek bir ses:

   “Buyurunuz efendim” dedi ihtiyatla. Zülal hemen konuya girdi. Kısa bir pazarlığın ardından makul sayılabilecek bir miktarda anlaştılar. Ertesi gün evin yeni sahibi olmuştu bile. Tabii ki o zamanlar bu cenneti andıran kasabaya yerleşebilmesi için önünde uzun yıllar olduğunu düşünüyordu. İyi bir kariyeri vardı. Okul sıralarından beri tanıdığı Nejat’la olan arkadaşlıkları romantik bir ilişkiye dönüşmüştü. Mutluydu. Her şey yolunda görünüyordu. Ah bir de arada sırada başına musallat olan migreni olmasaydı… Bu aralar nöbetleri biraz sıklaşmış, sanki şiddetini de artırmıştı. Tatil dönüşü yeniden muayene olmuştu. Analiz sonuçlarını inceleyen nöroloğun alnındaki çizgiler derinleştikçe derinleşmiş, ince dudakları aşağıya doğru kıvrılmıştı. Zülal karşısındaki buruşuk yüzün her kıvrımında içini rahatlatacak bir kıpırdanış arıyordu. Kır saçlı doktor burnunun ucuna yerleştirdiği gözlüğünün üstünden bakarak derin bir nefes aldı:

   “Maalesef sadece migren değil. Nöbetlerinizin sıklaşmasının, ışık parıldamalarına eşlik eden uzun süreli göz kararmalarının sebebi beyninize baskı yapan bir kitle. Yani beyin tümörü” dedi. Ar-dından ekledi:

   “Tümörün kanser hücresi içerip içermedi-ğini anlamak için önce biyopsi yapmamız gerekecek. Nasıl bir tedavi izleyeceğimize sonra karar vereceğiz. Yalnız şunu da belirtmeliyim ki ameliyat …………., bazı duyularınızı kaybed..….!!!” Sonrasını algılayamamıştı Zülal. Beyni uğulduyordu sanki.

   “Efendim?” dedi. Karşısındaki bu yaşlı adam kimdi? “Ameliyat” diyordu, “risk” diyordu, “felç” diyordu, ne diyordu?” Başı dönüyordu. Seslerin kelimelere yüklediği anlamları kavrayamıyordu. Ölümle yaşam arasındaki o kızıl koridorda olduğunu anladığında beyazlara bürünmüş, karanlığa tutsak hayali canlandı gözlerinde. Yüreğinde bir sıkışma hissetti, nefes almakta zorlanıyordu. Oturduğu sandalyenin kollarından destek alarak güçlükle ayağa kalktı. İçinde kopan fırtınalara inat, sükûn bulmuş efkârlı bir tavırla çıktı odadan. Hastanenin bahçe-sindeki havuzun kenarına ilişti usulca. Titrek elleriyle telefonun tuşlarına dokundu:

   “Ben de seni arayacaktım. Ne dedi doktor?” diye sordu Nejat. Zülal:

   “Konuşmamız lazım, sana ihtiyacım var” dedi ağlamaklı bir sesle. Yarım saat sonra bir çay bahçesinde buluştular. Zülal olanları anlattı. Nejat gözlerini yere dikmiş, elindeki anahtarla oynuyordu. Hissettiği şey üzüntüden daha çok samimiyetsiz bir rahatsızlığı andırıyordu. Bir süre sessizce oturdular. Nejat’ın ağzını bıçak açmıyordu. Yaşanacak olan bu zorlu süreç onu korkutmuş, hayli tedirgin etmişti. Zülal bakışlarını sevdiği adamın yüzünde umutla gezdirdi. Ama diğerkâmlıktan eser yoktu. O an içinde -ikisini birbirine bağlayan- bir şey koptu sanki. Zümrüt yeşili gözlerinden bulutlar geçti birden. Oysaki onun derdiyle dertlenmesini, acısını kalbinin derinliklerinde hissetmesini beklerdi. Yavaşça doğ-ruldu.

   “Gidelim” dedi. Yol boyunca tek kelime et-mediler. Zülal arabadan inerken Nejat:

   “Çok üzgünüm, ne diyeceğimi bilemiyorum. Biraz dinlenmek sana iyi gelecektir. Yarın görüşürüz” dedi gözlerini kaçırarak. Zülal başını “olur” anlamında salladı, düşünceli bir tavırla arabadan indi. Sevdiği adam bir korkak mıydı? Karşılaştıkları ilk zorlukta hemen kaçmayı mı tercih edecekti? Kendisine inanamıyordu. Nasıl bu kadar yanılmış olabilirdi? Hayal kırıkları kalbine batıyor, içinde tüm benliğini alev alev saran bir ateş yanıyordu sanki. Odasına girer girmez yorgun bedenini yatağa bıraktı. Her şeyi unutmak istiyordu. Açık olan pencereden içeri sızan rüzgârın tül perdede oluşturduğu dalgalanmaları izlerken uyuyakaldı.

   O günden sonra Nejat’ın aramaları giderek azalmış, aralarına sanki buzdan duvarlar girmişti. Nejat’ta artık herkes gibi olmuştu. Öyle uzaktan, uzaktan işte… Nejat Zülal’in beynindeki tümörün bir tasma gibi boynuna dolandığını hissetmiş -zincirlerini koparmış bir canlı edasıyla- adeta kendisini tutsak edeceğini düşündüğü bir hayatı paylaşmaktan kaçmıştı. Ailesinin Zülal’e verdiği destek içindeki burkulmaya engel olamıyordu. Yanılgının yüreğinde açtığı yara hiç kapanmayacak gibiydi.

   Göz kararmaları ve baş ağrıları her gün biraz daha şiddetleniyordu. Artık ameliyattan kaçamayacağını anlamıştı Zülal. Sonunda o gün gelip çatmıştı. Soğuk masada yeşil örtüler altında yapayalnız yatıyordu. Boğazında nefesini tıkayan bir yumru vardı sanki ıslak bakışları tavanı delercesine tek bir noktaya odaklanmıştı. “Vefasız” dedi içinden. “Böyle mi olmalıydı?” Korku filmlerindeki dev örümceklerin gözlerini andıran lambaların yaydığı ışıklar onu inanılmaz derecede rahatsız etmeye başlamıştı. “Söndürün ışıkları” diye bağırdı Zülal. Elini tutarak müşfik bir sesle: “Birazdan derin bir uykuya dalacaksınız” diyen hemşirenin sadece gözlerini görebilmişti. Kara, kapkara gözler… Ameliyat bitmişti. Derinden bir ses geliyordu: “Zülal hanım! Beni duyabiliyor musunuz?” Her yer simsiyahtı. Zülal uzayı andıran bir boşluğun içindeydi sanki. Konuşulanları duyduğuna göre uyanmış olmalıydı. “Lambaları yakın” dedi telaşla. Ama nafile… Artık ışıklar onun için ebediyen sönmüştü. Gerisi sonsuz bir karanlıktı…

   Kendi karanlık ama özgür dünyasına çekildiği o andan sonra Zülal bir süre yurt dışında tedaviye devam etmiş, kanseri yenmişti. Orada bir rehber köpek edinmiş ve kimseye muhtaç olmadan yaşamayı öğrendikten sonra bu kasabaya yerleşmişti. Akşamüstleri Kömür’ le yaptıkları gezinti sahildeki bu yeşil bankta son bulurdu.

   İşte her gün yosun kokularını içine çekerek yeniden izlediği film bugün de bitmiş, gün batmış, perdeler kapanmıştı.

   Gözyaşlarına yağmurun eşlik ettiğini anladığında şemsiyesini şefkatle köpeğinin üzerine kay-. Gerçek sevgiyi, vefayı, dostluğu Kömür’ ün sadakatinde bulmuştu. Hüzünle karışık bir huzur doldurdu içini. Otuz beş yaşını doldurduğu bugün -nemli gözlerle kendi siyah ufkuna bakarken- meşhur şairin dizelerini mırıldandı.

   “Gökyüzünün başka rengi de varmış…”