İNSANIN MEVSİMLERE YAPTIĞI FENALIKLAR


İNSANIN MEVSİMLERE YAPTIĞI FENÂLIKLAR



Mustafa YILMAZ



Hayat mümkün olan en inişli çıkışlı şekliyle aktı bende. Günlük tutuyor olsam, şimdi elimde, bu iddiamı çürütmeye çalışan konuklara bir açık oturumda sunabileceğim belgelerim olabilirdi. Ama yok böyle elle tutulur bir şey. Dolayısıyla "belgelerle konuşmayacağım". İşin aslı, zamanında çok büyük etkilerle beni ve önümdeki bakir yolu değiştiren pek çok olayı hiç hatırlamıyorum. Bu, birkaç büyük -veya büyük olmadığı halde bazı nedenlerle hafızama kazık çakmış olan cep boy- yol işareti üzerinden disiplinsiz bir yolculuk olacak. Fotoğraf çektirmek için sık sık durulan, kuş görüp peşinden gidilen, net rotalar izlenmeyen bir doğa yürüyüşü diyelim.


İnsanın ve tabiatın doğasını çözebilmek, burada bir örüntü, bir ritim aramak çok kadim bir gelenek. Kişilerin mizacını gök cisimlerinin hareketleriyle ilişkilendirmenin kaç bin yıl öncesine dayandığını bilmiyoruz bile. Burun, kaş, göz üzerinden karaktere dair çıkarımlarda bulunmayı sağlayan genellemeler de hâlâ canlı. Mısırlılar Nil'in taşmasının rastgele olmadığını çözmüş ve bununla bir medeniyet kurmuşlar, malum. Gök cisimlerinin öylece gezinmediklerini çözen adamlar belki Afrika savanlarında yarı-tanrı olabildi. İnsanın rastgele görünen alışveriş eğilimlerinin altındaki iskeleti görebilen iktisatçılar da dünyaya şekil verdiler. Pozitif faydanın ötesinde, elle tutulur bir getirisi olmasa bile görünen akışın altında bir neden ortaya koyabilmek büyük bir haz verir insana. Ömür boyunca merak dürtüsü ve çözme hazzı arasında mekik dokuruz. Kişinin kendi geçmişine çözümleme amaçlı göz atması, eski sayfaları karıştırması da bundan farksızdır işte. Tatsız bir meseleye dair bile olsa yeni bir bakış bulunduğunda keşif lezzeti alınır.

Ben de kendimi evrenin temel ritimlerine iliştirmek istediğimden belki, böyle sade bir estetik bulmak istediğimden, hayatımdaki iniş çıkışları mevsim döngülerine bağlayabilir miyim diye düşünüyorum bazen. Üzerinde çalışılabilecek en basit şablon yaz-kış döngüsü. Sonbaharın klasikleşmiş melankolisi, ilkbahara yüklenen anlam...

Bahardan başlayalım da içimiz açılsın. Gözlerimizi kapatıp o mevsimi düşünüyoruz şimdi. Sahiden o mevsimi mi düşünüyoruz yoksa ilkbahara dair başka yerlerin fotoğraflarını, imajlarını mı? Betonarme binaların dibindeki bir metrelik yeşil bant üzerindeki kıytırık ardıçlardan, refüjde egzozdan şaftı kaymış ve neredeyim ben diye sayıklayan huş ağaçlarından, oda termostatı yirmi küsura ayarlı olduğu için mevsim değişse de hiç değişmeyen ev kıyafetlerinden, bahara dair belki de en somut şey olan vergi taksitinden kurtaramıyorum kendimi. Böylelikle kendimde yakalamaya çalıştığım, küresel veya kozmik ölçekle uyum içindeki o zarif ahengin salakça bir fantezi olduğunu görüyorum. Görmezden geliyorum bir süre daha, Asya irfanına sığınıyorum biraz, ama telefonumun bildirimi ötünce pes ediyorum.

Belki döngünün diğer adımları hâlâ bir şeyler ifade ediyordur bize. Sonbahara hiç el atmıyorum çünkü ucuz edebiyat yeterince el atmış durumda. İskandinavlar kendilerini bu kadar çok asıyorlarsa bu kadar kişinin sonbaharı, dolayısıyla kapalı havaları sevmesi pek inandırıcı gelmiyor zaten. Geçiniz. Yazdan bir şey çıkar sanki. Çocukluk heybemi sallayınca köyde yaz tatili, uzun yaz gecelerinde göğün altında olmak, çam ağaçları altında oturmak gibi şeyler dökülüyor. Sanki bir uyuma gidiyor gibiyim. Ama bu dönemi de kentle eşleştirince yine elde pek parlak şeyler kalmıyor. Kent, kesiştiği her mevsimi canavar gibi yutup başka bir şey olarak kusuyor. Geriye yönsüz, renksiz, çıkıntısız bir yaşayış kalıyor. Hiçbir mevsim bizi dağları, pınarları, kevenleri, dutları, örümcekleri, tilkileri kuşattığı gibi kuşatmıyor. Yalandan geçip gidiyor yanımızdan. Üvey evlat muamelesi görüyoruz. Sonra havadan usul usul süzülüyor bir şeyler ve bir ses geliyor;

                     "Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;
                     Eşini gâib eyleyen bir kuş / gibi kar"

Tam da bu işte. İnsanın görmezden gelemeyeceği bir zaman varmış işte hâlâ. Hâlâ üşüyoruz, hâlâ kar tanelerini yok edemedik, hâlâ güneş beyaz zeminde gözlerimizi alıyor, hâlâ hayatımız yavaşlıyor ve aksıyor hatta, hâlâ sakinleşiyoruz tüm doğayla birlikte. Hiçbir şey olmasa, koskoca dağın beyaza boyandığını görüyoruz. Gerçi dağlar sırtına saplanan tellere rağmen az da olsa vahşi kalabilmiş zaten, çok şaşırtıcı değil belki. En azından asfaltla kaplanmamış. Ama yaşamın en beton köşesi bile karla değişiyor. Kaldırımlar, otoparklar, yeşilsiz meydanlar değişiyor. Sanki o granitin altındaki toprak, araya giren onca yabancı katmana rağmen, bin yıl önceki günlere olan özlemini bir parça da olsa giderebiliyor gibi. Ve bu yabancılaşmanın mimarları olan bizler bile bu beyaz manifesto önünde önümüzü ilikliyor (gerçekten ilikliyor hasta olmamak için) ve haşyete kapılıyoruz.