ÇAYDANLIK

ÇAYDANLIK




Melike Çelik





   Günün kızıllığı pare pare yayılıyor Erciyes'in karlı tepelerine. Mart kapıdan baktırıyor, dillerde aynı terennüm. Günün en güzel saatleri... Ne gecenin canhıraş çığlıkları, ne sabahın mahmur bakışları var. Batan güneşin son bir huzmesi küçücük mutfak penceresinin iri delikli tülünden geçerek beni buluyor. Erzincan işlemesi bakır gövdem ışıl ışıl. Güneşin renkleriyle dans etmek, eteklerimde onun sıcaklığını, parıl parıl kızıllığın her tonunu hissetmek beni nasıl da mesut ediyor. Yolun karşısındaki parkta oynaşan çocuk sesleri bir rüyanın içinde kanat çırpmama sebep. Biliyorum, az sonra evin annesi gelecek ve yemek hazırlıklarına başlayacak. O gelmeden bu anın tadına sonuna kadar varmak istiyorum. Ne var ki az sonra güneş de elini eteğini çekiyor üzerimden ve tüm ihtişamımı kaybedip mutfaktaki görevime geri dönüyorum.

   Evin annesi Kadriye Hanım geliyor telaşla. Bir çocuğunun yediğini diğeri, diğerinin yediğini öbürü yemese de hiç şaşırmaz bugün ne yemek yapsam diye. Elinin nizamı hiç şaşmaz. Kimi gün gelir her bir çocuğu için ayrı ayrı yemek koyar masaya. Bu topraklarda yemek her işin başıdır. Evin eri, çoluğu çocuğu karnını doyurmadan kapıdan dışarı bırakılmaz. Kocası desen ne versen onu yer ama bugünkü telaşı başka.

   Kadriye Hanım bir tarafta un kavururken, diğer eliyle gövdemi hışımla kavrayıp içimi buz gibi suyla dolduruyor. Öfkesi büyük hareketlerinden belli. Pat küt diye kapanan dolap kapakları, şarıl şarıl akıtılan su... Son zamanlarda yüzü de hiç gülmez oldu. Derdi türlü bahane ile evin yolunu gecelere akıtan kocası.

   Ah Musa ahhh, diye iç çekiyor. Eğer başka biri varsa eve parçaların gelsin, diyor hiddetle.

   Musa Bey; müşfik, hoş sohbet bir adam. Bir çayıma dayanamaz bir de sigaraya. Kadriye Hanım'ın beddualarına dayanamayıp bir an önce fokurdamaya başlıyorum.

   Bir köşede tavukları diden Kadriye Hanım, kaynadığımı görünce ocağı söndürüp, sen karışma, daha söyleyeceklerim var, der gibi ağzımın payını veriyor.

   Ne çok dert, tasa görmüştüm bu evde. Geçim sıkıntısı, çocuk özlemi, akbaba akrabalar, çocukların hastalıkları, daha neler neler... Kadriye Hanım, eskidikçe evdeki tüm eşyaları değiştirmişti de bir bana kıyamamıştı. Arada bir kalaylanmam için gönderir, içimi dışımı parlattırırdı da vazgeçmezdi benden. Ben de sıradan bir çaydanlık değildim şunun şurasında. Üstü altından büyük kaç çaydanlık vardı ki şu memlekette. Musa Bey çaya sevdalı, Kadriye Hanım'ın ise ocakta çayı hiç bitmezdi. Çay biterse söz biter, muhabbet biter diye korkardı.

   Zırrrr...

   Aniden çalan telefonun sesi ile irkildim.

   "Evet, abba bu gece de gelmeyecekmiş. Sayım varmış. Öyle dedi."

   "..."

   "Yok, abba, tanımıyor musun Musa'yı? Öyle şey yapmaz. Gençken ne kadınlar koştu da peşinden hiç birine dönüp bakmadı."

   "..."

   "Tamam abba. Kapatıyorum şimdi. Çocuklar gelecek, yemek hazırlıyorum."

   Kadriye Hanım çorbayı koyunca ocağa, Arabaşının hamurunu dökmeye başladı. Kocası yapmaz mıydı gerçekten? Yoksa o da annesinin kaderini mi yaşayacaktı? Daha çok küçükken babası da çekip gitmişti başka bir kadına. İşte o zaman evin erkeği Kadriye Hanım olmuştu. Ve işte o zaman öğrenmişti kimseye güvenemeyeceğini.

   Kadriye Hanım, iyiydi hoştu da dili zehir saçardı çoğu zaman. Yüreğini temiz tutmak için dilini kirletenlerdendi. Sözleri zihninde demlenmeden çıkardı ağzından. Çayın iyisi yalnızca hasat zamanı toplanmasıyla olmazdı elbet. Kullanılan suyu, demleme sırasındaki özen, demleme süresine riayet ve tabi bardağın ince bellisi ile ahenkli bir ayin ürünüydü iyi çay. Tıpkı insan gibi! Mayan ne kadar iyi olursa olsun gezdiğin topraklar gül kokmalı ki sen de gül kokasın. Ne kadar nazik olursan o kadar nezaket görürsün. Sözün yeteri vakit demlenirse özün o kadar doğru bilinir. Düşüncelerin ne kadar incelirse zekân o denli beğenilir. Kadriye Hanım çayın iyisinden anlardı da çay gibi olmayı akıl edemezdi bir türlü.

   Yıllarca saçımı süpürge ettim, her şeyi dört dörtlük önüne serdim. Bunları görmeyecek kadar kör değildir herhalde, diyerek tekrar söylenmeye başladı. Başkalarına inkâr etse de içindeki kurt her bir uzvunu kemirmeye devam ediyor, kanser hücresi gibi tüm bedenini sarmaya çalışıyordu. Şüphelerinde haksız da sayılmazdı. Musa Bey son zamanlarda pek süslenmeye başlamıştı. Yıllardır dokunmadığı bıyığını da bir çırpıda kesmiş, gür bıyıklarının gitmesiyle etli, geniş yüzü aydınlanmış; iri, kara gözleri daha da belirginleşerek hayattan daha çok beklentisi olduğunu haykırır gibi suratının ortasında parlamışlardı.

   Musa Bey hoyrat bir adam değildi. Yıllar önce mahalledeki çocuklar bakkalda etrafını sarıp dondurma istediklerinde, son parasıyla çocukları sevindirip eve boş dönecek bir yüreğe sahipti. Şimdi nasıl olur da böyle bir adam, karısını ve çocuklarını dipsiz bir üzüntüye gark edebiliyordu; anlayamıyordum.

   Bir yandan Kadriye Hanım'a üzülüyor ama daha çok, en saadetli vakitlerini dahi gereksiz lakırdılarıyla israf edip Musa Bey'in sabrının ayarlarıyla oynadığı için içten içe kızıyordum. Diğer yandan Musa Bey'e tarifi mümkün olmayan bir muhabbet besliyor fakat keyfi arzuları için en sevdiklerini yakıp yıkan bir adamın bu muhabbeti hak edip etmediğini sorguluyordum. Birine yapılmış haksız muamele hepimize yapılmış sayılmaz mıydı? Peki, ömrü boyunca iyilikten ayrılmayan bir adamı tek hatasında acımasızca yargılayıp tüm gemileri yakmak adil miydi? Ben bu hikâyenin neresindeydim?

   Bir şeyi çok iyi biliyordum. Kadriye Hanım ele güne rezil olmamak için bu yaştan sonra boşanmayı istemeyecekti. İşte bu yüzden kocasının karşısında gururu ezilmesin diye bu konuyu asla konuşmayacak, kendisini aldatıp aldatmadığını dahi soramayacaktı. Ve belki de ilk kez en haklı olduğu konuda sessizliğin acı çığlıklarına hapsedecekti kendisini.

   Ya ben? İnsanoğlunun güvensiz, acımasız ve çıkarcı tohumları buraya da düşmüştü bir kere. Nasıl aynı tatta çay demler, aynı muhabbette ikram edebilirdim ki artık? Kadriye Hanım’ın her yutkunmasında çayım biraz daha acı çalmaz mıydı? Musa Bey’e her baktığımda iyi insan üzerine bütün değer yargılarım alt üst olmaz mıydı? Onlar sessizce eski günlerdeki gibi yaşama rolünü üstlenirken ben dipsiz bir kuyuda kafamdaki gelgitlerle boğuşacaktım. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı farkındayım. Yanıtını bulamadığım sorular, haklı ile haksızın iç içe geçtiği girift bulmacalar… Gövdem aylarca güneşe maruz kalmış gibi, susuzluktan çatladı çatlayacak. Ömrüm boyunca hiç bu kadar gerildiğimi hatırlamıyorum. Zaman tuz buz, dışarıdaki tüm sesler susmuş. Kafamda aynı cümle tekrarlayıp duruyor: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Onu insan yüklendi. Şüphesiz o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab, 72)

   Biraz önce ateş basıp gerinen bedenimin, ince ince üşüdüğünü hissediyorum şimdi. Derin bir sızı var bakır yaldızlarımda. Hülbüğümün hemen dibinden aşağıya doğru ılık ılık akan ıslaklık, şimdi buz kesen gövdeme ürperti veriyor her adımında. İçimde kaynamış ve soğumaya durmuş suyun bedenimde açılan çatlaktan kaçışı yalnız gövdemi değil ruhumu da hafifletiyor sanki. Az sonra ikinci ve üçüncü çatlaklar da gedikler açıyor bedenimde. Ve ilk kez ışığı tam kalbimde hissediyorum. İlk kez aydınlığa kavuşuyor her bir zerrem. Yolculuğumun varış noktasına ulaşıyorum. Eşyanın hakikatinden gerçek hakikate giden yolun sonundayım. Tüm yüklerimi insanoğluna bırakıyorum. Giderken bilmekle kavramak arasındaki farka ilk kez eriyorum.

   İnsan zalimdir!

Yorumlar - Yorum Yaz