ÇİÇEK TARLASI


ÇİÇEK TARLASI




Zehra AKKAYA




   Mavi üzerine beyaz çiçek desenli eteğinin cepleri de beyaz üzerine mavi çiçek desenliydi. Giyerken “Neden pembe ya da kırmızı almıyorlar sanki” diye söylenmeden edemedi. Eteğin cebi ne kadar da büyüktü, neredeyse bütün kolu sığıyordu. Aynaya memnuniyetsizce baktı. Neden bunu almıştı sanki annesi; bir çocuktan beklenmeyecek şekilde aynadaki görüntüsünü süzdü. Burnunun üzerinde çıkan sivilce moralini bozuyordu; bu da neden çıkmıştı sanki bembeyaz yüzünün ortasında. Aynaya bakarak beyaz tişörtünü düzelti. Tamamı kıvırcık buklelerden oluşan sarı saçlarıyla oynadı, omuzlarına nasıl döküldüğünü seyretti. Oysa Melike’nin saçları hiç böyle kıvırcık değildi; gerçi onun saçları gibi sarı da değildi. Ama Melike’nin annesi saçlarını tepesinden palmiye ağacı gibi de toplamıyordu. “Artık annemle konuşmanın zamanı geldi” diye söylendi. Neden hayatına bu kadar çok karışıyordu ki sanki annesi diye ona her istediğini yaptırabilir miydi? Kıyafetlerine, ne zaman ders çalışacağına, dışarı çıkmak vakitlerine, ödevlerini yapmasına, hatta uyku saatlerine bile annesi karışıyordu. Ama onun canı şimdi oyun oynamak istiyordu. Bayramlığıyla, annesine görünmeden dışarı çıkabilirdi. Gerçi bayram gelmeden yeni kıyafetiyle sokağa çıkarsa annesi ona kızardı. Eteğin başına bir şeyler gelirse ona kırmızı bir elbise alabilirlerdi.

   Annesi mutfakta akşam yemeğini hazırlarken, ona gözükmeden dışarı çıkacaktı ki kapıda abisiyle karşılaştı, elini dudaklarına götürüp sus işareti yaptı ama abisi: “Anne kızın dışarı çıkıyor, aaaa hem de bayramlığıyla!” diye seslendi. Annesinin ona kızma ihtimalinin hoşnutluğuyla içeri girdi. Abisinin sırıtan yüzünün arkasından, avını seyreden aslan gibi bakıyordu. Ah bu erkekler neden hep böyleydi sanki! Zaten arka sıradaki Yunus da derste hep “Olum bak şimdi yay gibi çekiyorsun bırakınca eskisi gibi oluyor hahaha” diyerek onun saçıyla oynuyor, teneffüste de Melike’yle konuşup duruyordu. Oysa saçları düz olsaydı, babasının ütülü pantolonları gibi dümdüz, Yunus saçıyla oynamaz, teneffüste de onunla konuşurdu. Her şey annesinin suçuydu, neden onu düz saçlı doğurmamıştı ki, tamam sarı olabilirdi ama neden düz değildi. Yetmezmiş gibi, birde onu azarlamak için yanına geliyordu.

   Annesi yanında durmuş ona bakıyordu. “Anne lütfen dışarı çıkıyım, biraz oynar dönerim” diye, annesine yalvardı. Annesi “Bana dersim var, odamdan çıkmayacağım dememiş miydin?” diye sordu. O hala “ Lütfen, lütfen, lütfen“ diyordu. Annesi “Hayır! Elbiselerin kirlenirse bayramda kirli kirli gezmek zorunda kalırsın. Olmaz”, İtiraz ederek, “kirletmem!“ diye atıldı. Annesi : “Dışarı çıkmıyorsun” dedi. “Anne, söz biraz oynayıp döneceğim, elbisemi de kirletmeyeceğim” diye cevap verdi. Annesi olmaz dedikçe o hiç durmadan “Lütfen, lütfen, lütfen” Diye tekrarlıyordu. O kadar çok lütfen demişti ki kadın en sonunda, susması için sokağa çıkmasına boyun eğdi. “Ama baban gelmeden içeri gel; kızacağını biliyorsun.“ diyordu ki, o çoktan dışarı çıkmıştı. Kadın kendi kendine “Allah’ım bu kız ne kadar da çok konuşuyor, kime çekmiş” diye, söylenerek mutfağına geri döndü.

   Sokağa çıktığında, arkadaşlarını komşunun çiçek bahçesine giriş planı yaparken buldu. Üç tarafı gül fideleriyle çevrili bahçenin ortasında envaiçeşit sebze ekiliydi. Bahçeye tek giriş yolu evin mutfağından açılan kapıydı, bu kapı her zaman açık durur, komşu teyzeye görünmeden girmek mümkün olmazdı. Komşuları birkaç günlüğüne kızının yanına gittiği için tehlike yoktu, ya da onlar öyle sanıyorlardı. Bahçenin kenarındaki güller, göz alıcı renkleriyle çocukları her zaman kendine çeker, yaklaşınca da dikenlerini gösterir, aynı komşu teyze gibi korkuturdu. Havalar soğumaya başlayıp güller solup yaprak dökünce bahçenin tüm gizemi kaybolur, çorak bir tarlaya dönerdi. Hiçbir çocuk girmek istemezdi. Bahar gelince aynı çiçekler gibi çocukların bahçeye olan merakı da canlanırdı. Hatta birkaç deneme yapmışların vücudunda çizik izleri hala duruyordu.

   Şimdi tam sırasıydı, sahibi de bahçeyi bırakıp gitmişken, girip güzelce talan edebilirlerdi. O, çok da emin değildi, babasının eve gelmesine bu kadar az kalmışken ve yaramazlıklarından fazlaca şikâyetçiyken; “Ben gelmesem“ dedi, en kısık sesiyle, arkadaşları hemen “Korkak, korkak!” diye alay edince “Ben korkak değilim!” diye haykırdı. Bayramlığım batmasın diyecek oldu, söyleyemedi. Hiç de korkak değildi, hem neden korkacaktı. Yaptıkları plan mükemmeldi, yani öyle sayılırdı. Grubun en güçlü iki çocuğu değneklerle fideleri ayıracak bunlar aradan geçecekti. Çocuklardan birkaçı atlayarak, hemen geçmiş bahçeyi keşfe başlamışlardı. Sıra bende diye öne çıktı. Her şey bir an önce olsun bitsindi, zira babasına yakalanması an meselesiydi.

   Önce adımının birini attı. Bahçe gerçekten de güzel görünüyordu. Domatesler, biberler, dalında sallanan patlıcanlar, her karığın etrafına yerleştirilmiş hanım şemsiyeleri, savruldukça mis gibi kokan reyhan ve olanca güzelliğiyle bahçe, yüzüne gülüyordu. Diğer adımını attıysa da ilerlemek mümkün olmadı. Başını çevirdi, eteğinin cebi dikene takılmıştı. Onu çıkarmaya çalışırken telaşla ani hareket edince eteği birçok yerinden dikenlere takıldı kurtulmak zorlaşmıştı. Kurtulmaya çalışırken ayağı arkadaşının tuttuğu değneğe değdi gül dalı kurtulup kapandı. Şimdi gül dalının içinde az önceki cennetten çok uzakta, korku içindeydi. Kendini hızla geriye attı. Kolları, bacakları, o güzelim yüzü çizikler içinde, üstü başı yırtılmış öylece kaldı. Olduğu yerde dona kalmış kımıldayamıyor, çizikler çok acıyordu. Arkadaşları ona bir şeyler soruyor, duyuyor ama cevaplayamıyordu.

   Yavaşça başını çevirip etrafına bakındı. Babası ona doğru geliyordu. Öylece bekledi, babası gelip yanına oturdu. “Ne yaptın kızım kendine“ dedi. Bunu duyunca sesini bırakıp ağlamaya başladı. Adam çocuğunun elinden tutup evine doğru yürüdü. İçeriye girip kapıyı kapattı. Bundan sonra yaramazlık yapmayı bırakacak mıydı?