FOTOĞRAF TOPLAYICISI



FOTOĞRAF TOPLAYICISI




Melike ÇELİK





   Yorulan gözlerimi masadaki fotoğraflar-dan kaldırıp duvara astım. Dedemin gözlerinin kuyusuna düşünce heyecanlanıp aşağı kaydı, pala bıyıklarına takılıp orada asılı kaldılar. Gür kaşlarının altında iki tohum gibi gömülü duran gözlerine değmek kimin haddiydi? O yaşarken bu hakkı kimseye vermemişti. Şimdi fotoğrafına bakarken de aynı korku gelip gözbebeklerimi tedirgin ediyordu. Oysa karısından bile esirgediği o tohumlar, baba korkusu ile titreyen çocuklarına saygıyı damla damla özümsetirken annelerinin sonsuz şefkatine rağmen, yüreklerinde hep bir yanlarını eksik bırakmıştı.

   Ardı ardına on çocuk doğurduktan sonra gücü yaşamaya yetmemişti anneannemin. Bir erkeğin gölgesinde mahpus kalmış bir kadının, yeryüzüne kendisinden on emanet bırakırken; kocasının gözlerinin gölgesine bir gülüş, çocuklarına da tek bir fotoğraf bırakmadan gitmesi ne acıydı. Dayımın anlattığına göre mahallenin fotoğrafçısında çekilmiş bir fotoğrafı vardı ama çekildiğine pişman olmuş, korkusundan almaya gidememişti. Sonra da yitip gitmişti bilinmez dehlizlerde.

   Annesinin hasretini kızında söndürmek arzusuyla yanan annem, yüzünü hiç görmediğim, kokusunu tatmadığım annesiyle kader birliği yapmamı uygun görmüş, onun yorgun adını vermişti bana. Belki de bu yüzden çoğu zaman yarım kalmış bir hayatın devamı gibi hissederdim kendimi. Her mecliste anneanneme benzetilişim de bu kader birliğini perçinlerdi sanki. Kan bağının ötesinde bağlı olduğum bu kadının on farklı surete dağılmış parçalarını kendi yüzümde birleştirir aslını bulmaya çalışırdım. Yorulunca da her bir parçasını diğer torunlarına savurur, tek başıma onun kaderine devam etmek istemezdim.

   Oysa bilirdim, gün gelecek kızımda da onun varlığı tekerrür edecekti. Bu sebepten sonu gelmez bir arayışa düştüm. O fotoğrafı bulursam, göz aynalarının aksinde silinmiş görüntüsünü hafızalarda canlandıracağımı düşünüp anneannemin yalnızlaşan soğuk ruhunu teskin edecek, onu hayatın sıcağına katacaktım. Belki o zaman ben de artık ona benzemeyecek, yalnız kendim olacaktım.

   Aylarca gezindim eski fotoğrafçı camekânlarında, satışa çıkarılmış fotoğraf bavullarında. Tek tek topladım masum bakışlarının ardında tedirginlikle gülümse-yen siyah beyaz asaletindeki kadınları. Kimine bitpazarlarının yoksulluğu sinmiş, sararıp solmuştu. Kimine de başkalarının anısını satın alarak kıymet bildiğini sanan antikacıların yapaylığı çökmüştü.

   Hepsini sevdim, okşadım, çocuk sahibi olduktan sonra tüm çocuklara olan merhameti artan kadınlar gibi. Tüm kadınların ruhunda eksik kalanları tamamlamak, yaralarını sarmak istedim. Belki o zaman ailelerinden uzakta, garip ellerde olmalarına içerlemezlerdi artık. Hepsini benim bildim ama aradığım başkaydı, bulmalıydım. Her birinde gülüşünün izini sürdüm. Ben nasıl gülerdim, hiç düşünmemiştim. Onun gülüşünü bulunca öğrenirim sandım.

   Fotoğrafların içinde günler süren seyahatlere çıktım. Ellerini çenesinde birleştiren soluk yüzlü kadın, dudağının bir kenarını kıvırarak gülmeyi nasıl öğrenmişti? Belki küçük yaşta annesiz kalmasının çaresizliğini dudak kıvrımında taşımıştı yıllarca. Bu yüzden gülüşleri hep acı, gözleri nemli kalmıştı. Balıksırtı örgüsü ikiye ayrılıp omuzlarında son bulan kızın kolyesi, kim bilir hangi sefirin hediyesiydi? Ürkek bakışlarının ardında çocuksu heyecanlarının üstü bir an önce büyümesi için hızla örülüyor; yaşamının özü, en güzel yaşları, yaşlı bir adamın ellerine sayılıyordu. Kafasını hafif öne eğmiş, bukleli saçları yüzü-nün güzelliğini daha da belirginleştirmiş kadın; kim bilir hangi savaşın hoyratça kendisinden çekip aldığı sevgilisine fotoğrafını göndermek için hasrete prangalı dudaklarına küçücük bir gülümseme iliştiriyordu?

   Kadınların izdüşümlerinin peşinden gidiyor, onlarla yaralanıyor, onlarla yitiyordum. Her kadın, yeryüzünde bir tekrarı daha yaşanmayacak olan kader parçasının başkarakterini oynar-ken; insanoğlu yaşanan tüm acıları nasıl bir sayı-yordu? Habil Kabil’in ellerinin arasında gözlerini yumarken hayata, Hz Havva’nın yaşadığı matem; yüzyıllar sonra bir evladı diğerini vuran ananın kalbinde aynı akiste mi çınlardı? Herkes sevgisinin tonunda yaşarken aşkı, yaşanan acılar da yüreklerin naifliği ölçüsünde derinleşmez miydi? Her kadın gökkuşağının bir tonunda geçirirdi ömrünü. Bu yüzden her kadın yeni bir evren demekti, içinden binlerce evren taşan.

   Buruşmuş elleriyle dizlerimi ovuşturan kadının, merhamet dolu bakışlarıyla kendime geldim. Anneannem yanı başıma oturmuş bana gülümsüyordu. İnsan yeter ki arasın, gün gelir aradığı bulur onu; der gibi yüzüme bakıyordu. Hiç konuşmasa da bir fotoğrafa bakar gibi yüzünün kırışıklıklarından gönlüne nüfus ediyor, hislerini gönlümde hissediyordum. Yıllardır gözbebeğinin kenarında gizlenip kalmış bir damla yaş ışıkta parladı, ağır ağır yol alıp süzüldü. Gökkuşağının tüm renklerini kucakladığı bembeyaz tülbendiyle bir çırpıda topladı gönül kırıklarını. Kocasının korkusundan yıllarca gönül kafesinin içine doldurduğu hüzünleri aydınlığa kavuşmuş, ona insani bir hüviyet kazandırmıştı artık. Şimdi o da herkes gibiydi...

   Ama hiç kimse onun gibi değil.

  Dedemin fotoğrafının yanındaki çerçeveye takıldı gözlerim. Kalktım, yanına gittim. Karanlığı emen camında kendi gülüşümü seyrettim. Bu çerçeve hep mi doluydu, bana mı boş gelmişti?