YARALI AĞAÇLAR KARDEŞLİĞİ


YARALI ŞAŞKIN AĞAÇLAR KARDEŞLİĞİ



Mustafa YILMAZ



   Su, deniz seviyesinde yüz santigrat derecede kaynar. Zıt yükler birbirini çeker. Dünya hem kendi etrafında, hem Güneş'in etrafında döner. Ama bundan sonrasını getirmek; bu evrensel ve açık gerçeklerden basamak basamak inerek şehrimize, odamıza, bana, sana, ona gelmek zor. Türlü düğümler ortaya çıkıyor birden. İnsanın ve doğanın insanla kesişen kısımlarının olağan davranışları hiç de iç rahatlatıcı bir sadelikte değil.

   İnsanın insanla kesişmesi var ki, karışıklığı katlıyor. Şaşkın ve kördüğüm, sanki kendi üstüne bükülüyor gibi. Akan su döngüsü bile onunla rastlaşınca saçmalaşıyorsa, buğday başakları ondan sonra artık eskisi gibi olamıyorsa, Samanyolu artık görünmüyorsa, kedilerin kulakları düşüyor ve suratları bazlama oluyorsa düşünmek gerek; o, aynası gibi olanla karşılaşınca ne büyük patırtı kopar. Bu karmaşık insan kere insan probleminin -çözülmesi bir tarafa- ortaya serilebilmesi bile ciddi bir mesele. Görece basit bir sorudan başlayalım.

   Örneğin, parklarda, insan teknik ve medeniyetinin üstünde kurulu olduğu doğa ile yeniden münasebete geçme bölgelerinde bu kesişim çok çarpıcı. Toprağına yabancı olmayan dayanıklı ve inatçı çınarlar, gezegenin öteki ucundan geçmişinden koparılıp getirilen ürkek yabancılarla yan yana duruyorlar. Karlar yağıyor ve kalkıyor, sonra yine yağıyor. Üzerinde kök saldıkları toprağın getirdiği komşuluk haricinde onları birbirine bağlayan şey, budamacıların keskin bıçakları ve her güz tekrar içlerine almak üzere emaneten diplerine bıraktıkları gazellerinin çalınması ve yakılması. Yaralar ve ayrılıklarla büyür onlar.

   Yaşayışımız ve kıymetli esvabımız ve tertemiz parkelerimiz gereği yapraklarından rahatsız olunan ama köküne balta da vurulmayan, her yıl kolları kesilmekten gövdesi cüzzam yaralarına benzer kalın kabuklarla sarılmış, her kış öncesi yaprakları kaçırılan, tüm bunlara rağmen yine karlar kalkınca tomurcuklar ve çirkin gövdesinden fışkıran ince dallarla oyuna devam eden bu çeşit çeşit dik durma biçimleri, yani ağaçlar, kendi üzerimizde gözlemlememiz zor olan çaresiz yaşama hallerini hiç durmadan sergiliyorlar. Sisifos, etekleri kilitli taşlarla örtülmüş, üstüne koca bir apartman gölgesi düşen, onlarca budama sezonu atlatmış bir huş ile karşılaşmış olsa sırtladığı taşı hafif görmeye başlayabilirdi.

   Daha şanssız olanlar var hatta gök tepelerinden, dünya ayaklarından çalınanlar. Yaz-kış sabit bir termostat kontrolündeki birkaç metreküp betonarme bir hacim içinde başlayıp sıkıntılı bir sabitlik halinde devam eden bir yaşama mahkûm ev bitkilerinden de bahsetmeli. Saksılarına sıkışmış olanların vazifesi, kendi makineleşmiş hayatına sıkışmış olan etli kemikli ve nüfus cüzdanlı efendilerine ahbaplık etmek. Cinnet getirmedikleri zamanlarda bu efendiler, birkaç günde bir suladıkları bu arkadaşların kendilerine aynalık etmelerini ve bu aynada gayet asap bozucu ve bir film oynatmalarını görmüyorlar elbette. Onlara sıkıcı hayatlarının çok önemli kesitlerini anlattıkları yönünde rivayetler bile var.

   İşte bu ahval içinde, yeşiller ve bizler, yaralı şaşkın sıkı dostlar olarak yeni günlere bakıp duruyoruz. Tüm gövdemizle, bize iyi veya kötü yeni hayatlarımızı getirecek, bizi yenileyecek ufka dönerek duruyoruz. Kalın kabuklular ve nemli derililer, herkes kendi ömür kısalığı nispetinde çabuk yöneliyor ışığa. Solduğumuz kükürt ortak. Bizler için dünyayı terk, acı verici sonsuzluğa sahip, yine kükürtlü bir olasılığın korkusu demek. Selüloz bazlılar içinse dünya sonsuz bir döngü, cehennemden korkan bizlerin teçhiz ettiği el yapımı bir cehennem.